Michelangelo Antonioni’nin Cannes’da “yeni bir film dili yaratması” ve “fotoğraf karesi güzelliğinde görüntüleri” sayesinde Jüri Özel Ödülü alan 1960 yapımı filmi, başından sonuna kadar izleyiciye verdiği sözleri tutmayan ve bunu bilerek yapan bir sanat eseridir.
L’avventura, Türkçe “macera” ya da “serüven” anlamına gelen bir kelimedir. 1960 yılında sinemaya giden ya da 2015 yılında evinde bu filmi izlemeye karar veren biri bu ismi gördüğünde aklında bir macera filmi canlanacak ya da kişi en azından heyecan duyacağı bir film izleyeceğini düşünecektir. Filmin başlamasıyla birlikte çalan müzik de izleyicinin bu beklentisini perçinleyecek, izleyici gizem-macera-gerilim-suç karışımı bir filmle karşı karşıya olduğunu zannedecektir. Gerçekten de filmin ilk bölümü tüm bu beklentilere uygun bir şekilde işler.
Her filmde izleyici kendini genelde ana karakter olan bir karaktere bağlar ve olayları onun gözünden ya da onun tarafından izler. Bu durum; filmle bağlantı kurulmasını, filmde olup biten olayları o karakterin gözünden görerek duygudaşlık (empati) yapılmasını ve dolayısıyla eğer film mutlu biterse başkasının yerine mutlu olunmasını, eğer film mutsuz biterse Katarsis (=ruhun mutsuzluk ve korku unsurları barındıran bir sanat eseri aracılığıyla mutsuzluk ve korkudan arınması) aracılığıyla arınılmasını sağlar. Cannes’daki jürinin bu filme “yeni bir film dili yaratması” yakıştırması yapmasının nedeni hiç kuşkusuz Antonioni’nin yukarıda açıklanan “bir karaktere bağlanılması unsurunu” yıkması ve bunu yaparken izleyiciyle adeta dalga geçmesidir. Örneğin L’avventura ile aynı yıl (1960) çekilen Alfred Hitchcock’un Psycho’sunda izleyici filmin yaklaşık ilk yarım saat-45 dakikasında bir karakterle bağ kurar, olayları onun gözünden görerek neden-sonuç ilişkisini kurar ve kendisini güvende hisseder. Ancak o karakterin filmin ortasında ölmesi izleyiciyi tamamen savunmasız ve temelsiz bırakır ki aslında Psycho’nun yıllardır gelmiş geçmiş en iyi korku filmlerinden biri olarak gösterilmesinin altında da bu durum, yani izleyicinin bağ kurduğu karakterin filmin yarısında ölmüş olması ve dolayısıyla izleyicinin yalnız kalması yatar.
Ancak L’avventura’da durum biraz daha farklıdır. Burada izleyicinin bağ kurduğu karakter ölmez, kaybolur. Bu fark çok önemlidir, zira ölüm olayı o karakterin bir daha geri dönmeyeceği konusunda kuşkuya yer bırakmaz. Ama Antonioni, bu filmde söz konusu karakteri öldürmemiş, kaybetmiştir. İzleyici, filmin sonuna kadar bağ kurmuş olduğu karakterin ortaya çıkması ya da bulunmasına dair umudu içinde barındırır. Çünkü insan kurmuş olduğu bir ilişkinin kendi isteği dışında sonlanmasını istemez ve ilişkinin devam edeceğine dair umudu, ilişki kesin olarak sona erene kadar (ölüm vb.) taşır. L’avventura’da da olan budur çünkü karakterle olan bağ henüz kesin olarak ortadan kalkmamış, karakter yalnızca kaybolmuştur. Zaten yazının başında da belirtildiği gibi filmin adı “macera”dır ve filmin müziği de bu ismin arkasında durmaktadır. Yani aslında izleyici böyle bir kaybolma vakasını normal karşılar ve filmin konusunu kaybolan karakterin aranması ve bu uğurda yaşanılan maceralar olarak düşünebilir. Antonioni’nin izleyiciyle dalga geçercesine yeni bir film dili yaratması da tam bu noktada gerçekleşir. Çünkü izleyicinin filmin sonuna kadar bağ kurmakta olduğu karakterin geri döneceğine dair umudu boşa çıkar ve o karakter asla bulunamaz. Bu bir sürprizbozan (spoiler) değildir çünkü Antonioni’nin amacı izleyicide heyecan uyandırmak değil aksine izleyicinin canını sıkmak ve bunu yaparken onun beklentilerini boşa çıkararak bunu isteyerek ve bilerek yaptığını izleyiciye göstermektir.
Peki, Antonioni neden izleyiciyi önce büyük heyecan dolu-maceraperest beklentilerle beyazperde karşısına oturtup bu beklentilerini bilerek ve isteyerek boşa çıkarttı?
Filmdeki oyuncuların hepsi güzel/yakışıklı, para derdi olmayan, her anlarını mutlu geçirmeye çalışan ve öyle de görünen kişilerdir. Kaybolan karakter Anna dışında hiçbiri yaşamakta olduğu hayatı sorgulamaz, yalnızca yaşamakta olduğu hayatlarında maksimum eğlence ve seksi elde etmeye çalışırlar. Böyle bir ortamda Anna’nın kaybolmasını yorumlamak daha da kolaylaşır.
Filmdeki diyaloglar komik olarak nitelendirilecek kadar anlamsızdır. Anna kaybolur ve Anna’nın sevgilisi ve arkadaşı Sandro ve Claudia, Anna’yı ararken sevgili olurlar. Aralarındaki ilişkinin ne kadar sahte ve anlamsız olduğu, insanların arasında kurulan güçsüz ilişkilere ve bu güçsüz ilişkilerden sonra yerlerini doldurmak için kurulan eskisinden de güçsüz ilişkilere yapılan bir eleştiridir. Çünkü eleştirilen ilişkilerde insanların kim olduğunun önemi yoktur, önemli olan ilişkide bulunulmasıdır. Bir sahnede bu durum çok net gösterilir. Anna’nın arkadaşı Claudia yeni sevgilisi Sandro’ya beni sevdiğini söyle der. Sandro da seni seviyorum diye cevap verir. Sonra Claudia beni sevmediğini söyle der. Sandro da seni sevmiyorum diye cevap verir. Böylesine anlamsız ve dolayısıyla gereksiz bir diyaloğun filme eklenmesindeki amaç yukarıda bahsedilen “yeter ki olsun nasıl olursa olsun” ilişkilerini ve bu ilişkilerin anlamsızlığını eleştirmektir.
Düz bir çizgide giden bir hayat, bu düz çizgi hep mutluluk da olsa tatmine ulaşamaz. Çünkü asıl tatmin düz bir çizgide akan bir hayatta değil, inişler ve çıkışlar olan bir hayattadır. Çünkü insan mutsuz olmadan mutluluğun ne demek olduğunu bilemez. Bu iniş ve çıkışları gerçekleştirecek güç hayattaki anlam arayışıdır. Çünkü insan düşünebilen bir varlıktır ve ne kadar mutlu bir hayat yaşıyor olursa olsun eğer hayatın içinde bir anlam bulamazsa asla tatmin olamaz. Anlam arayışının bedeli zaman zaman mutsuz olmak olsa da aslında bu arayış – ve dolayısıyla mutsuzluk – yaşanacak mutluluklara anlam katar ve insanı tatmin eder. Yani anlamlı bir mutsuzluk, anlamsız bir mutluluktan üstündür. Çünkü insanın amacı mutlu olmak değil tatmin olmaktır. Bu tatmin de geceyle gündüzün arasındaki döngü gibi bir mutluluk mutsuzluk döngüsüyle gerçekleşir. Gece olmasa gündüz, gündüz olmasa gece güzelleşemez.
L’avventura bizi tatmin etmez. Çünkü istediğimiz gibi heyecanlı ve macera dolu bir film izleyemeyiz. Antonioni, izleyicinin filmden (hayattan) çok daha fazlasını beklemesi gerektiğini yüzüne dalga geçercesine bir tokat gibi vurur. Film; nitelik yerine niceliğe, mana yerine maddeye önem veren ve her zaman mutlu görünen insanların içindeki tatminsizliği anlatır.
Yorumlar
Yorum Gönder