En iyi film dahil altı dalda Oscar adayı Spotlight, işlediği konu itibariyle öne çıkan bir yapım. Konusunun bu kadar önemli ve oldukça dallı budaklı olması, filmin anlatımının ve kurgusunun önemini normal bir esere göre daha da arttırıyor.
Spotlight, Boston Globe gazetesinde çalışan ve Spotlight olarak tanınan bir ekibin ortaya çıkardığı bir skandalı konu alıyor. Yerel bir gazete olan ve okuyucularını internet haberciliğine kaptırmak istemeyen Boston Globe, Boston’daki rahiplerin karıştıkları çocuk istismarı vakalarını ortaya çıkararak dikkatleri üzerine çekmek istemektedir. Gazetenin başına gelen yeni editör Marty Baron’un Yahudi olması ve Bostonlu olmaması, gazetenin Hristiyanlık ve Boston’u ilgilendiren bu olayların üzerine gitmesini kolaylaştırmıştır. Önce Spotlight ekibi dahil kimsenin araştırılmasını istemediği bu konu, daha sonra Baron’un kararlılığı üzerine araştırılmaya başlanır. Ancak Spotlight ekibinin kucağında konuşulması gereken bir insan havuzu ve keşfedilmesi gereken birçok sır vardır. Spotlight mağdurlar, avukatlar, rahipler hatta psikologlar dahil birçok kişiyle görüşür ve birçok sır ve belgeye ulaşır. Yapılan tüm araştırmalar ve röportajlardan sonra Spotlight, bu büyük skandalı ortaya çıkararak insanların din adamlarına ve din adamları yoluyla dine bakış açısını değiştirmiştir.
Filmdeki en başarılı unsur, kuşkusuz kurgunun ta kendisi. Aslında oldukça sıradan bir senaryo, bu muhteşem kurgu sayesinde, izleyicinin hiç sıkılmadan son sahnesine kadar filme bağlı kalmasını sağlamış. Anlatılacak çok şeyin olması ve senaryonun film ilerledikçe dallanıp budaklanması, filmin anlatımını zorlaştırsa da olayların sırası ve zamanı, izleyicinin bu zor işi anlayabilmesini sağlamış. Bu başarının arkasındaki isim, filmin altı Oscar adaylığından birinin (En iyi kurgu) mimarı olan Tom McArdle.
Spotlight’ta yönetmenliğe dair görülecek hiçbir şey yok. Oscar adaylığı elde eden Tom McCarthy’nin nasıl aday gösterildiğini anlamak biraz zor. Zira film boyunca farklı ya da izleyiciyi şaşırtan hiçbir yönetmenlik numarası yok. Tüm sahneler diyaloglarla tıka basa doldurulmuş ve anlatılan konuya tamamen tek taraftan bakılması oyunculukların inandırıcılığını eritmiş. Bu durum, her sahnede diyaloglara, dolayısıyla oyunculara bel bağlayan yönetmenin elindeki en büyük kozu da kaybetmesine yol açmış.
Filmi izledikten sonra izleyicinin kafasında oluşabilecek en muhtemel iki düşünce, dinin kötü bir şey olduğu ya da filmin dini kötülemek için çekilmiş olduğudur. En muhtemel olmasa da bana göre oluşması gereken en doğru düşünce ise dindar ya da değil, insanların kötü olduğunu bildikleri bir şeyi isteyerek (ya da içlerindeki isteğe karşı koyamayarak) seçebilecekleridir.
Filmde bir kötülük var: Çocuklara yapılan cinsel taciz veya tecavüzler. Bu eylemi iyi olarak görebilecek hiçbir ahlak düzeni, din veya yasa yoktur. Aksine insan doğasını sınırlamaya çalışan tüm bu mekanizmalar (ahlak düzeni, din veya yasa) bu eylemi yasaklar ve cezalandırır. Filmde, skandalın ortaya çıkarılması, doğrudan din adamlarına ve dolaylı olarak dine olan inanç ve güvenin sarsılmasına yol açar.
İnsanlar çoğu zaman dindar birinin işlediği günah, ahlaklı birinin yaptığı ahlaksızlık ya da hakimin neden olduğu adaletsizlik karşısında sırasıyla dine, ahlaka ve hukuka olan inançlarını yitirirler. Çünkü ne din ne ahlak düzeni ne de hukuk düzeni, kendisini temsil eden ve toplumda bu nedenle saygı duyulan bu kişilerin, temsil ettikleri düzenin kurallarına uymasını sağlayamamıştır. “Balık baştan kokar” atasözünü anımsatan bu durum karşısında, insanın yaptığı somut yanlışın, soyut kurallar bütününe olan inanç ve güveni sarsması normal karşılanabilir.
İki çocuğu olan bir baba düşünün. Baba iki çocuğuna da doğdukları günden itibaren insan öldürmenin çok kötü bir şey olduğunu öğretsin. Yıllar geçtikten sonra bir çocuk katil olurken diğeri hayatının sonuna kadar kimseyi öldürmesin. Bu durumda babayı, katil olan çocuğu için yermek mi; yoksa hiç kimseyi öldürmeyen çocuğu için övmek mi gerekir?
Robotlarda yalnızca programlandığı kadar akıl vardır, duygu yoktur. Hayvanlar ise içgüdülerine göre hareket ederler, akılları geri plandadır. Ne robotlardan ne de hayvanlardan akıl ile içgüdüler arasında bir seçim yapmaları beklenemez. Bu yüzden bir insan öldüren aslana hiçbir ceza verilmez. Çünkü ortada bir seçim yoktur, dolayısıyla ceza ya da ödül de olamaz. Ancak insanlar var oluşları gereği hem akla hem de içgüdülere sahiptir. Bu ikilem, insanın içinde kendini bildiği andan öldüğü güne kadar süren bir savaş başlatır. Bu seçim imkânı, kötülük yapan birinin çoğu zaman başvurduğu “Doğamızda kötülük var” savunmasını da etkisiz kılar. Zira insan doğasında kötülük bulunmasına rağmen insanın o kötülüğü seçmemesini sağlayacak aklı da vardır. Ahlak kuralları, din ve yasalar, adeta insanın içgüdülerine uymaması için takılmış bir zincir gibi, insanın akli olanı seçmesini, içgüdüleriyle arzuladığı kirli isteklerini bastırmasını amaçlar. Bir anlamda insan doğasını sınırlamaya çalışır. Ancak seçimin verdiği özgürlük gereği insan akıl ile iradesi arasında bir seçim yapar.
Ne din adamları ne hakimler ne de en ahlaklı olması beklenen birisi, insandan üstün bir varlık değildir. Dolayısıyla hiçbir din adamı, hakim ya da ahlaklı olarak bilinen birinin, insanın içinde bulunan ve Freud’un id ve superego’nun savaşı olarak nitelendirdiği bu seçim savaşını vermemesi beklenemez. Ancak temsil ettikleri insan doğasını sınırlayan mekanizmalar (din, ahlak, kanun) gereği toplumun saygı duyduğu bu insanların, diğer insanlara göre aşağılık ve pis içgüdülerini sınırlandırmak adına daha büyük bir yükümlülükleri vardır. Bu yüzden cezaları daha ağır, ödülleri daha büyük olmalıdır. Daha büyük ödülü toplumun kendilerine duyduğu saygıyla alan bu insanların, daha ağır cezaları ne toplum tarafından ne de kanun tarafından yeteri kadar verilmemektedir. Filmde bu durum, çocuk istismarcısı rahiplerin korunması ve taciz olaylarının örtbas edilmeleri konu edilerek gösterilir. Toplumun her kesiminin bu durum karşısında sessiz kalması, rahiplerin çocuk istismarı suçunu daha kolay işlemelerine yol açar. Bu skandalın muazzam bir gazetecilik başarısıyla ortaya çıkartılması, kuşkusuz bu olayların azalmasına yol açmıştır. Spotlight (2015) ve El Club (2015)’ın bu konuya değinmeleri ve her iki filmin de festivallerden ödül veya adaylıklarla dönmesi toplumun bu konuya dikkatini çekmesini sağladığından, filmler ek bir övgüyü hak ediyor.
Yorumlar
Yorum Gönder