Daha önce Dallas Buyers Club (2013) ve Wild (2014)’dan tanıdığımız Kanadalı yönetmen Jean-Marc Vallée’nin 2016 yapımı filmi Demolition (2016), Jake Gyllenhaal’un başarıyla canlandırdığı Davis’i takip ediyor. Film genel olarak Davis’in karısının trajik ölümüne verdiği tepkileri ve bu olaydan sonraki yaşamını anlatıyor. Demolition gücünü hikâyeyi anlatmaktaki başarısından almış. Buna Naomi Watts dışındaki oyuncuların başarısı da eklenince Demolition için her sinemaseverin kaçırmaması gereken bir film demek yanlış olmaz.
Davis finans sektöründe çalışan, evli ve üst düzey bir yaşama sahip olan sıradan bir adamdır. Karısının ölümünden 10 dakika sonra bir otomat makinesinden şeker alırken şekerin makineye sıkışması üzerine otomat şirketine yazdığı şikâyet mektupları, Davis’in içini döktüğü mektuplara dönüşür. Bu mektupları şirketin müşteri temsilcisi Karen (Naomi Watts) okur ve Davis ile iletişime geçer. Filmin ilk bölümü Davis’in mektupları yazarak iç dünyasını keşfetmesi; ikinci bölümü ise keşfettiği iç dünyasını kendi yaşamında uygulaması olarak düşünülebilir.
Davis karısı hala hayattayken sürdüğü yaşamında adeta uyuşturulmuşçasına ve hiçbir şeyin farkında olmadan yaşamaktadır. Yazdığı mektupların birinde de etrafındaki şeyleri yeni yeni fark ettiğini söyler. Her gün işe gidip gelen, her gün aynı şeyleri düşünen, hayatındaki farklılıklar yılda bir hafta yaptığı tatillerden ibaret olan gökdelen çalışanlarının kendileriyle bağdaştırabilecekleri hikâye, bu insanlar tarafından mümkün olmayan bir yolla sonuçlandırıldığından film, ilk bölümündeki gerçekçiliğini ikinci bölümde kaybediyor.
Film temel olarak mutluluğa giden bir yol çiziyor. Bu yol ise öncelikle insanın kendini tanıması ve bilmesi, daha sonra ise insanın keşfettiği benliğini gerçekleştirmesi olarak düşünülebilir. Filmde bu yol önce Davis’in kendisini keşfetmesiyle ve daha sonra da keşfettiği kendisini gerçekleştirmesiyle tamamlanıyor ve filmin sonunda Davis mutluluğa ulaşıyor. Davis’in kendisini keşfettiği bölümde film teknik olarak da içerik olarak da doğru hamlelerle ilerliyor. Ancak kendini gerçekleştirme bölümünde büyük bir problem var ki bu problem belki de filmdeki tek sorun. Davis kendisi olabilmek için öylesine abes ve somut dünyanın koşullarına aykırı bir yol seçiyor ki izleyici beyazperdede izlediği karaktere sanki bir süperkahraman izliyormuş gibi bakakalıyor. Filmden çıkan izleyici Davis hakkında “Keşke ben de onun gibi yapabilsem.” diye düşünüyor ama aynı zamanda asla onun gibi yapamayacağını da biliyor. İşte film bu noktada gerçeklik ekseninden uzaklaşıyor ve arkasına havalı bir Amerikan şarkısı koyulmuş “feel-good movie”ye dönüşüyor. Bu durum da yukarıda bahsettiğim “mutluluğa giden yol”u bir anda ulaşılamaz bir yola dönüştürüyor. Sonuç olarak Demolition, hayata katılabilecek ve uygulanabilecek bir filmden ziyade yalnızca hikâye anlatıcılığından etkilenilecek bir film olarak nitelendirilebilir.
Bir insanın kafasından geçenleri, özlemlerini, pişmanlıklarını ve anılarını yani iç dünyasını kameraya almak çok zordur. Demolition da Davis’in iç dünyasıyla ilgili bir film olduğundan, filmin bu konuda büyük bir sınava tabii olduğunu söylemek gerekir. Yazının başından bu yana övdüğüm Demolition’ın hikâye anlatımındaki başarısı da işte tam bu noktada karşımıza çıkıyor. Hızlı ve kısa sahne geçişleri Davis’in birçok ve alakasız anıları hatırlamasını; flashback olduğunda asıl sahnedeki seslerin devam etmesi ve flashbacklerin sessiz gösterilmesi ise anıların etkisinin Davis’in şimdiki yaşamındaki hâkimiyetini başarıyla vurgulamış.
Sonuç olarak Demolition’ı soyut düzlemde iki bölümlük iyi bir planla yola çıkıp somut düzlemde bu iki bölümlük planlardan birini başarıyla birini başarısızlıkla sonuçlandırmış bir yapım olarak görmek mümkün. Bu paralelde filmin notu bana göre 4 unsurdan 3’ünü başarıyla gerçekleştirdiği için 7,5/10.
Yorumlar
Yorum Gönder