Michelangelo Antonioni’nin İletişimsizlik Üçlemesinin ikinci filmi olan La notte, evli bir çiftin Milano’da geçirdikleri 24 saati takip ediyor. Berlin Film Festivalinde Altın Ayı ödülünü kazanan film, üçlemenin ilk filmi L’avventura’da anlatılan duyguların solukluğu ve anlaşılmazlığı konularını genişleterek anlatmaya devam etmiş.
La notte, Giovanni ve Lidia’nın çok değer verdikleri ve ölmek üzere olan arkadaşları Tomasso’yu hastanede ziyaret etmeleriyle başlar. Henüz filmin başında karı kocanın arasındaki ilişkinin ne kadar soğuk ve sevgiden yoksun olduğu görünür. Film ilerledikçe yoksunluğun yalnızca sevgiden değil neredeyse tüm duygulardan olduğunu fark ederiz. L’avventura’da anlatılan “ilişkide bulunulan kişinin önemsizliği, önemli olanın herhangi bir ilişkide bulunulması” konusu, La notte’de “bulunulan ilişkinin anlamsızlığı ve duygulardan yoksun olması”na evrilmiş. Ancak yine de iki filmde anlatılan konular oldukça iç içedir.
Lidia hastaneden çıkar ve şehri dolaşmaya başlar. Bu uzun ve sessiz şehri dolaşma sahnelerinde Michelangelo Antonioni, Milano’nun soluk ve durgun binalarını uzun uzun gösterir. Adeta Lidia’nın ve ilişkisinin içinde bulunduğu ruh hali, Milano’nun binalarında vücut bulmuştur. Antonioni’nin soluk ve ruhsuz binaları, anlatmakta olduğu duygusuzluğu resmetmekte kullanması L’avventura’da da göze çarpan bir detaydı. Bu noktada sinematografi konusunda görüntü yönetmeni Gianni Di Venanzo’nun hakkını teslim etmek gerekir.
Lidia şehri dolaşırken bir zamanlar Giovanni ile yaşadıkları (ya da sık sık uğradıkları) bir yere gelir. Bu mekânın ona Giovanni’yle olan ilişkilerinde hala duyguya yer olan zamanlarını hatırlatması üzerine Giovanni’yi arar ve yanına gelmesini söyler. Giovanni geldiğinde Lidia’nın beklediği gibi duygulanmaz ve Lidia hayal kırıklığına uğrayarak zaten içinde bulunduğu melankolik ruh halini derinleştirir.
Daha sonra ikili, bir gece kulübünde erotik sayılabilecek bir dans izlerler. Canları o kadar sıkılmaktadır ki ne bir göz teması ne de kayda değer bir iletişim kurabilirler. Lidia burada aklına bir düşünce geldiğini söyler ancak Giovanni’yle yaşadıkları iletişimsizlik yüzünden bu konunun üstüne gitmezler. Buradan ayrıldıktan sonra ultra-zenginlerin katıldığı bir burjuvazi partisine geçerler. Bu partideki insanların arasındaki ilişkiler Giovanni-Lidia ikilisinin ilişkisini andırır. Herkes çaresizce dolaşmakta, eğleniyor gibi yapmakta ama aslında gerçekten iletişim kurabilecekleri ve gerçekten ilgilerini çekebilen bir şey aramaktadır. Bir kadının bir heykelle tutkulu bir şekilde öpüşmeye çalışması bu arayışı güzel bir şekilde göstermiştir.
Bu partide Giovanni kendisine iş teklifinde bulunan ve aynı zamanda partiye ev sahipliği yapan iş adamının kızıyla tanışır. Bir anda ona âşık olduğunu düşünür. Ancak film ilerledikçe aslında bir duygu yanılsaması yaşadığını fark ederiz. Lidia, Giovanni’nin âşık olduğunu sandığı kadınla yüzleştiği sahnede Giovanni’yi sevmediğini hatta kıskanmadığını, asıl sorunun da bu olduğunu söyler. Filmdeki karakterlerin içinde bulunduğu derin boşluk onları yapay duygu arayışlarına ve buluşlarına itmektedir. Ancak hiçbir karakter bu durumu soluk Milano binalarının anlatabildiği kadar dışa vuramaz.
İkili partiden çıkarlar ve bir golf sahasının uçsuz bucaksız yeşilliğine doğru yürürler. Karakterlerin şehirden uzakta, doğada yalnız kaldıkları ilk ve tek an olan bu anda aralarındaki ölü iletişim dirilir. Adeta şehrin içinde konuşamadıkları ne varsa teker teker itiraf etmeye, pişmanlıklarını sıralamaya başlarlar. Bu itiraf seansı öylesine yoğundur ki yaptıkları itiraflar arasında herhangi bir bağlantı yoktur. Yalnızca akıllarına gelenleri söylerler. Lidia bu yoğun itiraf seansının sonunda cebinden bir not çıkarır ve okur. Not Lidia’ya yazılmış –üstelik oldukça güzel yazılmış- bir aşk mektubudur. Mektubun sonunda Giovanni mektubu kimin yazdığını sorar. Lidia mektubu yazanın bizzat Giovanni olduğunu söyler. Bunun üzerine Giovanni Lidia’ya onu sevdiğini söyler ve Lidia’nın da kendisini sevdiğini söylemesini ister. Ancak Lidia da artık onu sevmediğini ve onun da Lidia’yı sevmediğini söylemesini ister. Çünkü Giovanni o an sevildiğini, Lidia ise sevilmediğini duymak istiyordur. Ancak ikisi de birbirlerinin isteklerini gerçekleştirmez ve film, karı koca yere yatmış öpüşürken ve duymak istedikleri sözcükleri dilenirlerken sona erer.
La notte, iç dünyasında kendilerinin dahi açıklayamadıkları bir boşluk olan insanların soluk ve tekdüze ruh hallerini gözler önüne serer. Bu yazıyı, L’avventura yazımda yazdığım ve bu ruh halini özetlediğini düşündüğüm paragrafla sonlandırmayı uygun görüyorum:
Düz bir çizgide giden bir hayat, bu düz çizgi hep mutluluk da olsa tatmine ulaşamaz. Çünkü asıl tatmin düz bir çizgide akan bir hayatta değil, inişler ve çıkışlar olan bir hayattadır. Çünkü insan mutsuz olmadan mutluluğun ne demek olduğunu bilemez. Bu iniş ve çıkışları gerçekleştirecek güç hayattaki anlam arayışıdır. Çünkü insan düşünebilen bir varlıktır ve ne kadar mutlu bir hayat yaşıyor olursa olsun eğer hayatın içinde bir anlam bulamazsa asla tatmin olamaz. Anlam arayışının bedeli zaman zaman mutsuz olmak olsa da aslında bu arayış – ve dolayısıyla mutsuzluk – yaşanacak mutluluklara anlam katar ve insanı tatmin eder. Yani anlamlı bir mutsuzluk, anlamsız bir mutluluktan üstündür. Çünkü insanın amacı mutlu olmak değil tatmin olmaktır. Bu tatmin de geceyle gündüzün arasındaki döngü gibi bir mutluluk mutsuzluk döngüsüyle gerçekleşir. Gece olmasa gündüz, gündüz olmasa gece güzelleşemez.
Yorumlar
Yorum Gönder