Elle (2016): İnsan Kusurlu Olabilir Mi?

 


Elle, bir kadının evinde tecavüze uğradığı bir sahneyle açılıyor. Kadın tecavüze uğradıktan sonra büyük bir soğukkanlılıkla kırılan eşyaları süpürüyor, kanlı giysilerini çöpe atıyor ve tepkisizce banyoya giriyor. Tüm bunlar olurken böyle ani ve şaşırtıcı olduğu kadar rahatsız edici olan başlangıçla şoke olmuş izleyici, kadının bu vurdumduymazlığının altında yatan nedenin ne olduğunu düşünüyor. Buna birçok cevap olabilir: “Klasik Avrupalı soğukkanlılığı” ya da “tecavüze uğramış olmanın verdiği şok” gibi. Ancak film açılmaya başladığında ve kadının günlük hayattaki hareketlerini gözlemlediğimizde gerçek cevaba ulaşıyoruz.

Paul Verhoeven’in Cannes’da Altın Palmiye’ye aday olan filmi Elle, 15. Filmekimi’nin merakla beklenen filmlerinden biriydi. Bu merakın nedeninin büyük bir bölümü, filmin Altın Palmiye adaylığı olsa da kendisini La pianiste’ten tanıdığımız Isabelle Huppert’in başrolde olmasının payı azımsanamaz.

Tecavüze uğradıktan sonra Michèle Leblanc (Isabelle Huppert), bir restoranda sakin sakin yemeğini yerken, bir kadının nefretle tepsideki yemekleri üzerine dökmesine de tepkisiz kalır. Bu eylemi adeta anlayışla karşılar, hatta hak ettiği bir cezaymış gibi kabullenir. Bu ardı ardına kabullenişlerden sonra izleyici, yukarıda verilen “klasik Avrupalı soğukkanlılığı” ve “tecavüze uğramış olmanın verdiği şok” nedenlerinden vazgeçmeye başlar. Bu hareketlerin (hareketsizliklerin) daha derin bir psikolojik açıklaması olmalıdır. Film bu açıklamayı bir süre gizli tutarak izleyicide “merak” hissini dürter. Daha sonra bu psikolojik nedeni açıklar ve artık izleyicideki merak hissi yerini “rahatsız edicilik” hissine bırakır. Paul Verhoeven, Elle filminde izleyiciyi önce merak sonra rahatsız edicilik hisleriyle adeta diken üstünde tutarak oldukça başarılı bir işe imza atmış.

Michèle, küçükken çok ağır bir travma yaşamıştır. Çocukluğunda yaşanabileceklerin en ağırını yaşayan birinin yetişkin hayatındaki büyük problemlere karşı tepkisiz kalması, Michèle Leblanc’nın eylemsizliklerini açıklar niteliktedir. Bu öyle büyük bir travmadır ki Michèle tecavüzcüsüyle tanışıp yemek yer, hatta birçok defa daha tecavüze uğramayı kabul eder. Çünkü o belki de dünya üzerinde bunları kaldırabilecek tek insandır. Onun için yaşadığı tüm problemler, tüm acılar yalnızca bir oyundan ibarettir. Teoman’ın “Uykusuz Her Gece” şarkısında söylediği “yakmıyor, elimi, artık bu kaynar sular” dediği hayatı aşırı bir şekilde yaşamaktadır. Annesi ve babası kısa aralıklarla vefat eder, bundan pek etkilenmez; oğlu delirmiş bir kadınla beraberdir ve çocukları oğlu ve sevgilisi beyaz olmasına rağmen siyah doğar, bunu da sakin karşılar. Hayatındaki sorunları nadir ve küçük patlamalarla kafasından defedebilmektedir. Annesi Michèle’e “kendin olan hiçbir şeyi vermiyorsun” derken, fedakârlıktan uzak bencilliğe yakın çehresini onu eylemsizliğe ulaştıran duygusuzluğuna bağlamıştır. Bu duygusuzluğun nedeni de hiç kuşkusuz çocukluğunda yaşadığı travmadır. Tüm bu kan dondurucu sakinlik elinde olmadan, bir travma vasıtasıyla üzerine yüklenmiş duygusuzluktan kaynaklanmaktadır.

İzleyici bu noktada kendisini büyük bir etik ikilemin önünde bulur: Acaba Michèle’i yapmakta olduğu dehşete düşürücü seçimler ve içinde bulunduğu soğuk, duygusuz durumdan ötürü haksız bulabilir miyim? O bunları kendi iradesiyle mi yapmaktadır/yapmamaktadır yoksa onun bir seçim hakkı yok mudur? Felsefe bu sorulara, kusurlu hareketin tamamen insanın iradesine bağlı olması ile kusurlu hareketin tamamen insanın iradesi dışı gelişmesi uçları arasında cevap verir. Jean-Paul Sartre bu konuda kusurlu hareketin tamamen insanın iradesine bağlı olduğu taraftadır. Düşüncelerini şu sözlerle ifade eder: “Doğuştan sakat, yoksul ve kimsesiz bir kişi bir gün devlet başkanı olmamışsa bu onun kusurudur; çünkü en elverişsiz şartlar altında bile insanın farklı davranışlardan birini seçme ve geleceği belirleme imkânı vardır.” Bu görüşün tam karşısında duran görüş ise insanın seçtikleri dolayısıyla asla yargılanamayacağını, sadece seçtiklerini neden seçtiğinin nedenlerinin araştırılıp anlaşılabileceğini savunan görüştür. Bu görüş Sigmund Freud’un “psikanaliz” yöntemini anımsatır. Çünkü psikanalizde esas olan, insanın her hareketinin genellikle çocukluğunda yaşadığı bir olaya dayandırılmasıdır. Elle, anlaşılan, bu görüşe yakın bir çizgide, izleyiciyi Michèle’i anlamaya çalışmaya davet eder. Zaten bir insanın tecavüzcüsüyle ilişki kurmasını ve defalarca üstelik kendi “rızasıyla” tecavüze uğramasını başka bir şekilde maruz görmek imkânsıza yakındır.

Hukuk sistemleri kusurla ilgili bu iki görüşü de tam anlamıyla benimsemez. Genelde birine yakın olmak üzere karma bir görüş elde ederler. Zaten ne kusuru tamamen insanın üzerine yıkmak ne de kusuru tamamen insanın üzerinden almak hakkaniyete uymaz.

Michèle, We Need to Talk About Kevin filmindeki Kevin’in bir kızı olsaydı, o kız olabilirdi. Kevin aynı Michèle’in babası gibi topluma karşı çok büyük bir suç işlemişti. Bazı suçlar o kadar büyüktür ki, mevcut hukuk sistemi failleri yeterince cezalandıramaz. Böyle suçlar için adeta ceza icat edilmemiştir. Böyle durumlarda toplum yanlış bir refleksle failin geride bıraktığı ailesine saldırarak adalet duygusunu tatmine uğraşır. Michèle’in film boyunca başına gelen bu durumdur. Ancak bir suçun cezası fail dışında birine çektirilemez.

Elle, bir yandan toplumun adalet duygusunu tatmin etmesi açısından bir nefret objesi haline gelen bir yandan da çocukluğunda yaşadığı ağır travmadan dolayı yetişkinliğinde hiçbir büyük sorunu ciddiye alamayan Michèle Leblanc’ın hayatına odaklanıyor. Bu hikâye izleyiciyi büyük ikilemlerle baş başa bırakan, rahatsız edici bir hikâye. Bu nedenle, salondan kafanızda sorular ve etik problemleriyle ayrılmak için kendinizi hazırlamanızı öneririm.

Yorumlar