Ingmar Bergman’ın 1957 yapımı Wild Strawberries (Yaban Çilekleri) filmi, yaşlı bir adamın tüm hayatını neden insanlardan uzak yaşamayı seçtiğini anlatmasıyla başlar. Antikahraman Isak Borg, büyük bir dürüstlükle ve henüz filmin ilk sahnesinde, insanlarla olan ilişkilerimizde durmaksızın karşımızdaki insanın karakterini ve davranışlarını yargıladığımız için, neredeyse tüm ilişkilerinden vazgeçtiğini ve bu durumun onun yaşlılık günlerini yalnızlaştırdığını söyler. Filmin tamamı bu itiraf etrafında şekillenir.
Smultronstället (Yaban
Çilekleri) filmi, yaşlı bir adamın fahri doktorasını alacağı bir günü takip
eder. Isak Borg, tüm hayatını bilime adamış, çevresince olağanüstü saygı gören,
başarılı bir profesördür. Isak’ın oğlu ve gelini, yaşlı bir annesi ve iyi bir
hizmetçisi vardır. Etrafındaki insanlar bu kişilerden ibarettir. Isak, unvanını
almak üzere geliniyle beraber bir yolculuğa çıkar. Bu yolculuğa kısa bir süre
sonra yolda tanıştıkları Sara, Viktor ve Anders adında üç kişi daha katılır.
Film tamamen Isak Borg’a, onun geçmişine ve geçmişinin inşa ettiği şimdisine
odaklanır. Bunu yaparken de tabii ki rüyalardan ve anılardan faydalanır. Bu
yüzden filmde zaman algısı neredeyse yoktur. İzleyici geçmişle şimdiki zaman
arasında Isak Borg’la beraber gidip gelerek yaşlı bir adamın kendisiyle
yüzleşmesine tanık olur. Her yüzleşmede olduğu gibi bu yüzleşmede de
pişmanlıklar, zaaflar, insanın uzun yıllar boyu kendisinden sakladıkları gün
yüzüne çıkar. Bergman, aslında yarattığı antikahraman Isak Borg’u kendi
kendisine yargılatırken, izleyiciyi de çok geç olmadan, aynı şeyi yapmaya davet
etmiştir. Çünkü görürüz ki Isak Borg artık birçok şey için geç kalmıştır.
İlk rüya sekansında
Isak Borg harabe sokaklar arasında kaybolmuştur. Bu sokaklar tenha ve
sessizdir. Isak bir saat direği görür ancak bu saatin akrep ve yelkovanı
yoktur. Biraz sonra arkası dönük bir adam görür ve adamın yanına gider. Adam
yüzünü döndüğünde adamın yüzü olmadığını fark eder. Yüzü olmayan adam yere
düşer ve kanı sokağa akar. Bir anda sokağa tabut taşıyan bir at arabası
girer. At arabası saat direğine çarpar ve yıkılır. Tabut yere düşer ve tabutun
içinden bir el sarkar. Isak cesede yaklaşır ve cesedin kendisi olduğunu fark
eder. Isak’ın cesedi aniden Isak’ı da tabuta çekmeye çalışır. Bu anda da Isak
uyanır. Bu rüya Isak’ın kendisiyle yüzleşmesi, bir nevi kendi kendisini
yargılaması adına çok önemlidir. Çünkü bu rüya ona ölümün kıyısında olduğu
gerçeğini derinden hissettirir. Akrep ve yelkovanı olmayan saat ve kendi
cesedinin Isak’ı tabutuna çekmesi bu gerçeği ona hissettiren güçlü imgelerdir.
Ayrıca harabe sokaklarda kaybolması, geçmişinde hesaplaşma bekleyen anılarını
temsil eder. Isak bu anılar arasında kendisini kaybetmiştir. Sokakta gördüğü
arkası dönük yüzü olmayan adam ise, belki de, kendi kendisine yabancılaşmasını
sembolize eder.
Isak ve gelini
Marianne araba yolculuğuna çıkarlar. Arabada konuştuklarından, gelinin hamile
olduğunu ve Isak’ın oğlu Evald’ın da aynı Isak gibi soğuk ve prensiplerine
aşırı derecede bağlı olduğu anlaşılır. Marianne bu soğukluk ve prensiplere sıkı
sıkıya bağlılığın hayatlarına mutsuzluktan başka bir şey getirmediğini dile
getirir. Evald’ın çocuğu istemediğini ve babasından aldığı borcu ödeme
zorunluluğu hissettiği için çok zorluk çektiğini söyler. Çocuğu istememesi
hayata karşı olan duygusuz duruşundan, babasından aldığı borcu ödemek istemesi
ise prensiplerine aşırı bağlı olmasından kaynaklanmaktadır.
Isak ve Marianne
yollarına Isak’ın çocukluğunu geçirdiği bir evde ara verirler. Isak bu evin
bahçesinde yaban çileklerinin yanına uzanır. Yaban çilekleri ona geçmişte
olduğunu bildiği bir olayı hatırlatır. Film burada Isak’ın anılarına geçer.
Yaban çilekleri Isak’ın kendisiyle (geçmişiyle) yüzleşmesini sağlayan ve onu
anılarını yaşayabildiği âleme geçiren bir kapı niteliğindedir. Anı sekansında
Isak’ın sevdiği ve evleneceği Sara yaban çilekleri toplamaktadır. Bir anda
yanına Isak’ın kardeşi Sigfrid gelir. İkili flört ederler ve öpüşürler. Bu
sahnede Sara’nın bir yandan kendisini tutmak istediğini bir yandan da kendisini
Sigfrid’e kaptırdığı gözlemlenir. Isak çok sevecen, her zaman doğru şeyleri
yapan, ideal bir eştir. Sigfrid ise fevri hareketleri olan, yanlışı bile bile
seçen ama tüm bunlara karşın Sara’yı heyecanlandırabilen birisidir. Sonunda
Sara Isak’tan ayrılır ve Sigfrid’le evlenir. Sara, ideal ama sıkıcı olanın
yerine kusurlu ama heyecanlı olanı seçer. Bu sahne Isak’ın çocukluğunda nasıl
bir karaktere sahip olduğunu anlamak açısından önemlidir. Isak aynı
yaşlılığında olduğu gibi, çocukluğunda da her zaman doğruları seçen ancak bu
doğrular uğruna içindeki duyguları (heyecanı) kaybeden bir çocuktur. Bu
duygusuzluk ve insanlardan uzaklık onu hayatı boyunca takip edecektir.
Isak ve Marianne,
bahçede Sara, Viktor ve Anders adında üç gence rastlarlar. Gençler İtalya’ya
gitmektedirler ve Isak’tan onları belli bir noktaya kadar götürmesini rica
ederler. Isak kabul eder çünkü yakınlarına ne kadar uzakta duruyorsa, dışarıya
da o kadar yakın görünmektedir. Bu nedenle toplum Isak’a derin bir sevgi ve
saygı duymaktadır.
Viktor ve Anders, Sara
için birbirleriyle yarışmaktadırlar. Bu durum Isak’a, kuşkusuz, kendisinin ve
abisinin adı yine Sara olan bir kadın için olan çekişmelerini hatırlatmaktadır.
Bir kafede mola verdiklerinde Viktor ve Anders din konusunda tartışmaya
başlarlar. Anders Tanrı’ya inanmak gerektiğini söyler, Viktor ise insanın
yalnızca kendisine inanması gerektiğini savunur. Hararetli bir şekilde kavga
ederlerken, çok saygı duydukları Profesör Isak’a hangi tarafta olduğunu
sorarlar. Isak ise cevap vermekten kaçınır. Ancak bir şiir okur. Aslında cevabı
bu şiirde gizlidir:
Şafak vakti
aradığım arkadaş nerede?
Gece çöktüğünde
onu hala bulamamıştım.
Yanan kalbim,
bana onun izlerini gösteriyor.
Çiçeklerin açtığı
her yerde,
onun izlerini görüyorum.
Onun sevgisi tüm
havaya karışmış,
sesi yaz rüzgarında uğulduyor…
Bu şiirde Isak, açıkça
Tanrı’ya seslenmektedir. Bu seslenmede sitem ve hayranlık bir aradadır. Sitem
ve hayranlık gibi birbirine zıt kavramların bir arada bulunmaları Isak’ın neden
kaçamak bir cevap verdiğini açıklar niteliktedir. Isak zor zamanlarında Tanrı’yı
aramış, ama ondan hiçbir zaman somut bir yardım görememiştir (Gece çöktüğünde
onu hala bulamamıştım). Ama bir yandan da Isak Tanrı’nın var olduğunu
delilleriyle beraber görmektedir, bilmektedir (Çiçeklerin açtığı her yerde onun
izlerini görüyorum). Bu nedenle hem Tanrı’nın varlığına inanmanın ötesinde
Tanrı’nın var olduğunu bilir hem de çektiği acılar yüzünden Tanrı’yı kendisine
yardım etmemekle suçlar, O’na sitem eder. Tanrı Isak için, tüm hayatı boyunca
yanında olan ama ona hiçbir zor anında yardım etmeyen kötü bir arkadaştır.
İnsan acı ile öfkeyi
birbiriyle karıştırır. Acı, Tanrı’dan gelen musibetten kaynaklanırken; öfke
insandan gelen musibetten kaynaklanır. Acı çekmek insanın ruhunu iyileştirip,
insanın görünenin ötesiyle ilgilenmesi için bir pencere açarken; öfkelenmek
insanın ruhunu çürütür, insanı yıpratır. Acıyla karşılaşan bir insanın acı
karşısında öfke duyması, Tanrı’yı kişileştirme hatasına düşmesindendir. Oysa
yalnızca insana ve insani şeylere öfkelenilir. Had (insan ile Tanrı arasındaki
farkı) bilen acı karşısında öfkelenmez.
Filmde Isak’ın
hayatını insanlardan ve kendisinden uzakta, Tanrı’ya kırgın bir şekilde
geçirmesinin nedeni, yukarıdaki paragrafta bahsedilen hataya düşmesindendir.
Isak sevdiği kadının kendi kardeşiyle evlenmesine şahit olmuştur. Karşılaştığı
acılar karşısında Tanrı’nın var olduğunu bilmesine rağmen ona yardım etmediğini
gözlemlemiştir. Bu nedenle ona karşı öfkelenmiş bir nevi isyan ederek o
yokmuşçasına yaşamıştır. Terrence Malick’in 2015 yapımı Knight of Cups filminde
bir rahip, çektiğimiz acıları Tanrı’nın göndermesi ve yine de ona
sinirlenmememiz gerektiği konusunda şu sözleri söyler:
Papaz: “Yalnız
görünüyorsun… Değilsin… Şu anda bile senin elinden tutup sana yol gösteriyor.
Senin göremeyeceğin bir yol. Eğer mutlu değilsen bunu Tanrı’nın seni sevmemesi
olarak algılama, aksine bu, Tanrı’nın seni sevdiğinin bir işaretidir. O
sevgisini seni acılardan kurtararak değil, sana acılar vererek, seni orada
tutarak gösterir. Acı çekmek seni olduğundan yüksek şeylere bağlar, kendi
iradenden bile yüksek şeylere. Seni bu dünyadan alır, arkasında yatan şeyleri
bulmanı sağlar. Gönderdiği sorunlara sadece katlanmak zorunda değilizdir,
onları birer lütuf olarak görmeliyiz. Kendimiz için istediğimiz mutluluktan
bile daha değerli bir lütuf…”
Isak ve Marianne
Isak’ın annesini ziyarete giderler. Marianne yaşlı annenin ne kadar soğuk ve
duygusuz olduğunu gözlemler. Belki de annenin duygusuzluğu Isak’a, Isak’ın
duygusuzluğu Marianne’ın kocası Evald’a ve nihayet Evald’ın duygusuzluğu da
Marianne’ın karnındaki bebeğe geçecektir. Burada Bergman, ailenin ne
kadar önemli olduğuna ve bir noktada durdurulmazsa kötü anne-babanın nesiller
boyu mutsuzluğa neden olabilme tehlikesine dikkat çekmiştir.
Isak filmde gördüğü
son rüyalar silsilesini “gurur kırıcı” olarak nitelendirir. Bu rüyalar
kendisiyle yüzleşmesinin en yoğun yaşandığı anlardır. Çünkü Isak bu rüyalarında
“yargılanır”. Önce gençliğinde aşık olduğu Sara, Isak’ın yüzüne bir ayna tutar
ve kendisine bakmasını söyler. Yaşlı ve yakında ölecek bir adam göreceğini
söyler. Isak kendisine bakamaz. Gerçeklere hala dayanamamaktadır. Sara burada
durmaz, aynaya tekrar bakmasını, kardeşi Sigfrid ile evleneceğini söyler. Isak
artık gerçekleri kabul etmeye başlamıştır ama çok acıttığını söyler. Sara
Isak’a bir profesör olarak neden acıttığını bilmesi gerektiğini söyler ve
ekler: “O kadar çok şey biliyorsun ki hiçbir şey bilmiyorsun.” Buradaki
çok şey bilme ve hiçbir şey bilmeme durumu Sokratik bir okumaya tutulamaz.
Çünkü bunu söylerken Sara’nın kastettiği hayatını bilime ve bilgiye, saf akla
adayan bir profesörün, ruhani ve manevi açıdan ne kadar eksik olduğudur,
Sokrates’in kastettiği bildikçe bilmemenin farkına varılması değildir.
Sara Isak’ın yanından
“Sigfrid’in bebeğine bakacağım” diyerek ayrılır. Sara’nın sadistlik derecesine
varan sözleri, bu konuşmaların Isak’ın rüyasında yani bilinçaltında
gerçekleştiği düşünüldüğünde, Isak’ın kendisine neredeyse tamamen dürüst
(acımasız) olmasından kaynaklanır. Daha sonra Isak, kardeşi Sigfrid ile Sara’yı
evin dışından izler. Ne kadar mutlu olduklarına tanık olur. Kendisinin hayalini
kardeşi yaşamaktadır ve o ev bir anda Isak için bir mahkemeye dönüşür. Yargıç
Isak’a tahtada yazan metnin ne anlama geldiğini sorar. Isak bilemez. Yargıç,
doktor (insan) olmanın ilk kuralının tahtadaki metnin ne demek olduğunu bilmek
olduğunu söyler. Isak hatırlayamadığını söyler. Yargıç, doktor (insan) olmanın
ilk kuralının af dilemek olduğunu söyler. Böylece Isak af dilemek konusunda
sınıfta kalmış olduğunu görür.
Daha sonra Yargıç
Isak’ın bir hastayı muayene etmesini ister. Isak solgun ve hareketsiz duran
hastanın ölü olduğunu söyler. Bunun üzerine hasta bir anda canlanır ve sesli,
uzun bir kahkaha atar. Isak dehşete düşmüştür. Burada Sara’nın rüyanın ilk
kısmında söylediği “O kadar çok şey biliyorsun ki hiçbir şey bilmiyorsun”
sözüne gönderme yapılır. Hastanın bedeni ölüdür, Isak da hastayı sadece tıp
kurallarına göre muayene etmiştir. Çünkü tek bildiği kurallar dünyaya dair,
fizik kurallarıdır. Fiziki olarak ölü bir insanın canlanması, insanların somut
yanlarından başka bir de manevi yanlarının varlığına dair bir göndermedir. Isak
manevi alandan yoksun yaşamıştır.
Yargıç Isak’ın
duygusuzluk, bencillik ve acımasızlıkla suçlandığını ve suçlamanın karısı
tarafından yapıldığını söyler. Bunun üzerine Isak, Yargıçla beraber karısının
onu aldattığı bir sahneyi izlerler. Karısı adamla seviştikten sonra bir köşede
oturur ve şu sözleri söyler:
“Şimdi eve gidip
Isak’a anlatacağım. Ne diyeceğini biliyorum. ‘Zavallı kızım senin için
üzgünüm.’ Sanki Tanrı’ymış gibi. Sonra ağlayıp diyeceğim ki ‘Benim için
gerçekten üzgün müsün?’ O da şöyle diyecek: ‘Evet çok üzgünüm’ Sonra daha çok
ağlayacağım ve beni affetmesini isteyeceğim. Ve diyecek ki, ‘Benden af
dilememelisin. Affedecek bir şey yok.’ Ama söylediği hiçbir kelimenin anlamı
olmayacak. Çünkü o bir buz kadar soğuk. Ama o aniden çok şefkatli olacak. Ona
deli olduğunu, onun ikiyüzlülüğünün beni hasta ettiğini haykırırım. Sonra beni
sakinleştireceğini ve her şeyi oldukça iyi anladığını söyler. Ona, benim böyle
olmamın onun hatası olduğunu söylerim. Bana üzgünce bakar ve kendi hatası
olduğunu söyler. Ama aslında hiçbir şey umurunda değildir, çünkü o kadar
soğuktur ki…”
Isak insanlara
öylesine yukarıdan bakar ki sanki ilahi bir bakış açısına sahiptir. Karısı onun
davranışlarını Tanrı’ya benzetir. Belki de Isak bu yüzden Tanrı’yı kişileştirme
hatasına düşmüştür. Çünkü kendisi bir insan olmasına rağmen Tanrıymışçasına
hareket edebiliyordur. Hiçbir zaman insani ve dolayısıyla adi bulduğu duyguları
hissetmez ve karısının onu aldatmasında bile sakinliğini koruyabilir. Karısı
onun bu buz gibi soğukluğunu yıkmak için onu aldatmak dahil her yolu denemiştir
ama yine de umudu yoktur. Isak bu sahneyi izledikten sonra Yargıç’a cezasının
ne olduğunu sorar. Yargıç bilmediğini, ancak galiba her zamankinden olduğunu
söyler: Yalnızlık. Isak af yok mu diye sorar. Yargıç bunu da bilmediğini söyler
ve rüya sona erer.
Filmin son sahnesinde Isak’ın tüm bu dürüst ve cesur yüzleşmelerden sonra duygusuz çehresinden uzaklaşıp yakın ilişkilerine duyguyla yaklaşabildiğini görürüz. Tüm hayatını yalnızlık ve duygusuzluğun pençesinde geçiren bu yaşlı adam, hayatının son demlerinde kendisine karşı hiç olmadığı kadar acımasız olmuş ve nihayet kendisiyle yüzleşebilmiştir. Çektiği acıların ve cesur yüzleşmesinin ödülü, belki de, hep olduğu ama herkesten, kendisinden bile sakladığı insan olarak ölmek olacaktır.
Yorumlar
Yorum Gönder