Whiplash (2014) filmiyle tanıdığımız Damien Chazelle’in yine caz aşkıyla çektiği La La Land, 2016 gibi “uğursuz” bir yılın sonunda vizyona girip geniş kitlelerce yılın en iyi filmi ilan edildi. Öyle ki film 89. Akademi Ödüllerinde, daha önce All About Eve (1950) ve Titanic (1994) filmlerinin elde ettiği, 14 Oscar adaylığı rekorunu egale etti. La La Land’in bu başarısının arkasındaki nedenleri, bugüne kadar çekilen neredeyse tüm müzikallerle kurduğu akrabalık ve 2016 gibi “uğursuz” bir senede gösterime girmesi olarak sayabiliriz. Bunun yanında, La La Land’in toplumdaki cinsiyet rollerine bakış açısının, Amerikan Rüyası tabirine getirdiği yenilikçi yorumun ve yaptığı bireysellik tanımının yakından incelenmesi de gerekir.
La La Land, kısaca bahsetmek gerekirse, idealist bir caz piyanistiyle, oyuncu olmak isteyen bir garsonun birbirlerinin hayatlarına dokunmalarını anlatıyor. Sebastian (Ryan Gosling) çok sevdiği cazın geride kalmış ihtişamlı döneminin bittiğini kabul etmeyen ve cazı kurtarmak için özgürce caz yapabileceği bir caz kulübü açmak isteyen idealist bir adamken; Mia (Emma Stone) ise çocukluğundan beri oyuncu olmak isteyen hatta oyunlar yazan ama bir türlü başarıya ulaşamayan bir kadın olarak karşımıza çıkıyorlar.
Filmin teknik açıdan dikkat çeken özelliklerinden bahsetmek gerekirse, film bir müzikal olduğundan, epey yüksek olan temposuna ayak uydurmak adına hareketli bir kamera tercih edilmiş. Özellikle filmin ilk sahnesindeki kamera kullanımı oldukça başarılıdır. Los Angeles trafiğindeki arabaların arasında süzülen kamera adeta şehrin hareketliliğine dikkat çekiyor. Chazelle arabaların trafikte beklediği bu sahnede Federico Fellini’nin 1963 yapımı 8½ filmine selam gönderiyor.
Her ne kadar görüntü yönetmeni takdiri hak etse de filmde asıl dikkati çekenin sanat yönetmeni olduğunu söylemek gerekir. Bu noktada sanat yönetmeni Austin Gorg’a hakkını teslim etmek gerekir. Spike Jonze’un 2013 yapımı Her filminde de sanat yönetmenliği görevini üstlenen Gorg, her iki filmde de renk kullanımıyla öne çıkıyor. La La Land sırasıyla Kış-Bahar-Yaz-Sonbahar mevsimlerini takip eden bir film. Çekimlerin 2015’in yaz ayında sadece sekiz haftada gerçekleştirildiği düşünüldüğünde, kullanılan renkler mevsimlerin karakterlerini çok iyi yansıtarak filmin sadece yaz ayında çekildiğini hissettirmiyor. Ayrıca sabaha karşı çekilen sahnelerdeki renkler, renk kullanımındaki başarıyı en üst düzeye taşıyor.
La La Land, vintage(“klasikleşmiş”) filmlerin retro (“geçmişe bakan”) hali… Film, henüz açılış sahnesinde klasikleşmiş müzikal kalıplarına şapka çıkarıyor ve nostaljinin gücünü arkasına alıyor. Bu saygı duruşu filmin ilk yarısı boyunca devam ediyor. Filmde Singin’ in the Rain (1952), An American In Paris (1951), Rebel Without a Cause (1955), Broadway Melody of 1940 (1940) gibi birçok müzikal ve dram filmine göndermeler var. Filmin yönetmeni ve yazarı Damien Chazelle, Hollywood’un mirasını kutsayıp, bunun üzerine yeni sayılabilecek unsurlar ekleyerek hem geçmişe bağlı hem de geleceğe bakan bir film yaratabilmiş. “Geçmişe bağlı olarak geleceğe bakma” teması, aynı zamanda filmin içinde işlenen bir konu. Filmde, caz müziğini modernize eden ve bu konuda çok başarılı olan Keith (John Legend), Chazelle’in bu filmi çekerken sahip olduğu felsefeye sahip olan bir sanatçı olarak karşımıza çıkıyor.
Yazının başında bahsettiğim gibi, La La Land’in bu kadar başarılı olmasının bir nedeni de 2016 gibi “uğursuz” bir senenin sonunda vizyona girmesidir. Sinema ve tiyatroda müzikal türünün temeline bakıldığında, gerçekleri görmezden gelme ya da en azından gerçekleri yumuşatarak ütopik bir hayat yaşama ideali karşımıza çıkar. La La Land’in esinlendiği An American In Paris ve Singin’ in the Rain gibi filmlerin çekildikleri döneme bakacak olursak (sırasıyla 1951 ve 1952) bu filmlerin İkinci Dünya Savaşı sonrası filmler olduklarını görürüz. Dolayısıyla La La Land’in son yılların en kötü ve acılı senesi 2016’da vizyona girmesi, büyük bir şans olarak nitelendirilebilir.
Filme bu bağlamda baktığımız zaman gökyüzünde dans eden insanlar, hayallerin gerçek olması ve hayatının aşkını bulmak filmde işlenen mutluluk kaynağı unsurlardan sadece birkaçı olarak karşımıza çıkıyor. Özellikle filmin ilk sahnesindeki dans, gerçeklerden kaçmanın bu filmin bilinçli olarak amaçladığı bir tema olduğunu gösteriyor. Bu sahnede, sıkışık trafikte arabalarına hapsolmuş insanların müziği duymalarıyla arabalarından inmelerini ve toplu olarak dans etmelerini görüyoruz. Aşırı sıcak bir günde arabanın içinde beklemek gerçekleri sembolize ederken, insanların bir anda dans etmeye başlamasıyla birlikte aşırı sıcak gün güneşli güzel bir güne, içinde beklenilen arabalar ise adeta dans pistine dönüşüyor. Gerçekleri değiştirerek onları bir hayal malzemesi olarak kullanmak, hiç kuşkusuz, gerçeklerden kaçmanın birincil yollarındandır.
Geçmişte, sinema ve tiyatroda “gerçeklerden kaçma ihtiyacı” neredeyse tamamen müzikallerle sağlanıyordu. Ancak günümüzde gelişen teknolojiyle birlikte bu ihtiyacı büyük ölçüde süper kahraman filmleri üstlendi. Bu nedenle, özellikle 21. yüzyılda, müzikaller kendilerine sinemada uygulama alanı bulamamaktaydı. La La Land, müzikallerin neredeyse tamamen tiyatrolara indirgenen uygulama alanını tekrar sinema salonlarına çıkaran bir yapım olarak hatırlanacaktır. Bir 20-25 yıl sonra, sinema yazarlarının La LaLand’den “müzikal türünü canlandıran film” olarak bahsetmeleri sürpriz olmaz.
La La Land’in geçmiş ve gelecek arasında adeta köprü kuran yapısı, cinsiyet rollerinin dağıtılması ve “Amerikan rüyası” olarak tasvir edilen yaşam tarzına getirdiği yorumlarda da kendini gösterir. Film, cinsiyet rollerinin dağıtımına Hollywood klasiklerinin bakışını muhafaza eden bir bakış açısıyla bakarken, Amerikan rüyası yaşam tarzına yenilikçi bir yorum getirmektedir. Bu açıdan toplumsal cinsiyet rollerinde geçmişe bağlı, Amerikan rüyasına getirdiği yenilikçi yorumla geleceğe bakan bir film olarak nitelendirilebilir.
Mia, sıradan bir oyuncu olduğunu düşünen ve sürekli başarısız olduğu seçmelere katılmakta olan bir genç kadındır. Hayaller şehri Los Angeles’a (kısaltması “LA” olan şehrin adı filmin isminde biraz abartılı vurgulanmış) büyük bir oyuncu olma hayalleriyle gelmiştir ancak durum onun açısından oldukça umutsuzdur. Ne zaman Sebastian’la tanışır, kendisinin farkına varmaya başlar ve hayatının akışı değişir. Sebastian onu basit bir oyuncu olmadığına “dahi bir oyun yazarı “olduğuna inandırır. Mia daha fazla seçmeye katılmamaya karar vermiş ağlıyorken Sebastian gelir ve Mia’yı kendine getiren o sözü söyler: “Ağlıyor musun? Sen bir bebeksin.” Bunlara ek olarak ve en önemlisi, Sebastian kendi başına yaşayabilirken, Mia evliliğe ihtiyaç duyar. Tüm bu örnekler, filmde cinsiyet rollerine Hollywood klasiklerinin bakışını muhafaza eden bir bakışın mevcut olduğunu gösterir. Özellikle son dönemde, feminist hareketlerin yükselişe geçmesiyle, kadın ve erkeğin cinsiyet rollerini eşit paylaştığı, hatta bazen kadınların daha öne çıktığı yapımlar öne çıkıyordu. Star Wars: The Force Awakens ve Rogue One filmlerinde de başrollerin kadın olmasıyla cinsiyet rollerindeki klasikleşmiş kalıpların kırılması had safhaya ulaşmıştı. Ancak La La Land, belki de klasik müzikal filmlerle kurduğu bağ nedeniyle, açık bir şekilde, erkeği kadının hayatına yön veren ve daha güçlü olan taraf olarak gösteriyor.
Filmin geçtiği Los Angeles gerek Amerikan edebiyatında gerek Hollywood’ta “insanların hayallerini kovaladığı ve sonunda hayallerine kavuştuğu yer” olarak nitelendirilmektedir. Filmin klasikleşmiş Amerikan Rüyasını, artık işlemeyen kısımlarını törpüleyerek yeni ve modern bir havada sunması, Amerikan Rüyasının kaybolan etkisini yeniden harekete geçirme çabalarının başladığını haber verir. Geleneksel Amerikan Rüyası tablosunda içki, kadın, para üçgeninde dönen hayatlar anlatılırken La La Land’de, içkiye yer olmayan (filmin birçok sahnesinde ana karakterler içki içmeyi reddediyorlar), kadının metalaştırılmadığı ve son olarak paranın önemli olmadığı, önemli olanın bireyin hayallerinin ve ideallerinin peşinden koşması gerektiğinin altı çiziliyor. Bu şekilde, Amerikan Rüyasının bir zamanların vazgeçilmezi olan içki-kadın-para üçlüsü adeta aforoz ediliyor.
Filmin bireyselliğe bakış açısı da dikkat çekicidir. Sebastian sık sık Mia’ya toplumun ne düşündüğünün önemli olmadığını, tek önemli olanın kişinin kendi hayallerinin peşinden kendisini tatmin edecek şekilde gitmesi olduğunu söyler. Bu açıdan bakıldığında filmin başından sonuna kadar bir bireysellik övgüsü olduğunu söylemek yanlış olmaz. La La Land’de bencil bir bireysellik değil, “toplumun bireyi yiyip bitiren güçlerine karşı başkaldırı niteliğinde olan bir bireysellik” anlatılır ve övülür. Dışlayıcı bireysellik bireyin başka bir bireyi yok ederek kendini ortaya koyması, kendisini başkasının yokluğuyla var etmesi, adeta kendisine yer açmasıyken; La La Land’deki bireysellik bireyin bireye destek olarak, birbirlerini birbirlerinin amaçlarına ulaştırmasıdır.
Damien Chazelle’in La La Land’de, geçmişle geleceğin harmonisiyle ortaya çıkan uyumu kullanarak başarılı bir işe imza attığını söylemek yanlış olmaz. Ancak filmin geçmişin üzerine basarak adeta kendisini garantiye alması tam anlamıyla cesur bir çaba değildir. Bu noktada yazıyı usta yönetmen Francis Ford Copolla’nın bir sözüyle noktalamayı uygun görüyorum: “Amerikan sinemasıyla ilgili problem, yapımcıların başarısızlık riskini göze almamalarıdır. Eğer bir film başarısız olma riskini almıyorsa, asla tam anlamıyla güzel olamaz.”
Yorumlar
Yorum Gönder