Arrival ve Interstellar Ekseninde Bilimkurgu Janrı ve Zaman



Bilimkurgu janrı, bilimin kurgulanarak “olmayan ama olabilecek” konuları işlemesini ifade eder. Bu açıdan bakıldığında bilimkurgunun geleceği tahmin ederek zamanı ileri sardığı söylenebilir. Bu yüzden bilimkurgu, ömrünün yetmeyeceği zamanların nasıl olacağını görmek isteyen sabırsız ama meraklı insanların türüdür. Bilimkurgusever, tamamen bir insanın hayal ürünü olan hikayenin mevcut bilimle paralel olan taraflarını tespit ettiğinde heyecanlanır, geleceğin birebir izlediği ya da okuduğu eserdeki gibi olacağının hayalini kurar. Bu zihin haline ulaşmak, bilimkurgunun takipçilerinin ulaşmak istedikleri en üst zihin noktasıdır.

Son dönemde çekilen (sırasıyla 2014 ve 2016) Interstellar ve Arrival filmleri, izleyicileri, yukarıdaki paragrafta ifade edilen zihin haline ulaştıran ve onların vizyonunu genişleten filmlerdi. Interstellar’ın çekildiği dönemde henüz kanıtlanmamış olan ama daha sonra kanıtlanan Albert Einstein’ın “kütle çekimsel dalga” teorisine; Arrival’ın ise Edward Sapir ve Benjamin Whorf’un ortaya attığı Sapir-Whorf hipotezine dayanarak yazılmaları izleyicilerin bu zihinsel noktaya ulaşmalarını sağlayan temel unsurlardır.

Bilimkurgu, tanımı gereği bilime dayanmalıdır, peki bilim neye dayanırsa tam anlamıyla geçerli ve sürekli hale gelir? Bilim tamamen maddeye, yapılan birkaç matematik hesaplamasına mı dayalıdır? Bu soruların cevaplarını, dünya tarihinin belirli dönemlerinde bilimsel olarak en gelişmiş medeniyetleri inceleyerek vermek yerinde olur. Çok uzaktan, sığ bir bakış açısıyla, Doğu medeniyetinin bilimsel olarak en gelişmiş olduğu dönemde felsefesinin de gelişmiş olduğu; felsefi iktidarın Rönesans ve reform hareketleriyle Batı medeniyetine geçmesiyle bilimsel iktidarın da Batı’ya geçtiğini görürüz. Bu nedenle bilimin altında yatan felsefedir ve felsefi bir zeminin üzerine inşa edilmemiş bilim yalnızca dört işlemden ibarettir yorumunu yapmak yanlış olmaz.

Arrival ve Interstellar filmlerine konu edinilen bilimsel ve toplumsal teori ve hipotezlerin, felsefi birer altyapısı bulunur ya da sosyolojik gözlemlere dayanılarak oluşturulmuşlardır. Bu nedenle bu teorilerin, henüz onlar kanıtlanmadan hatta ortaya atılmadan önce sanatta ve felsefede bahsedildikleri görülür. Bu bahsedilme adeta, var olan hakikate, dolaylı olarak da olsa, ilham yoluyla dokunmaktır. Bilim bize, insanın, ilham yoluyla dolaylı olarak dokunduğu ve bir noktada “inandığı” hakikati, somut düzlemde de, dolaysız olarak ve apaçık bir şekilde görmesini ve bu görüş ile bir zamanlar inandığı hakikat hakkında kimi delillere kavuşmasını sağlar. Bu ilhamlara örnek olarak; din kitapları, sanat eserleri ve mimari yapılardaki öngörüler gösterilebilir.

Filmlere dönecek olursak, gerek Arrival gerek Interstellar lineer zaman akışına aykırı bir zaman anlayışıyla çekilen filmlerdir. Ancak biz insanlar, lineer zamanı algılarız. Bu nedenle, bu tarz filmleri izlerken insan beyni birçok paradoks üretir. Bu paradoksların senaryoyu zayıflattığı düşünülür ve film anlamsızlaşır. Tüm bunlar dairesel zaman anlayışıyla yazılmış bir senaryoya sahip olan filmin hak ettiği değeri görmesini engeller. Bu nedenle yazının devamında lineer ve dairesel zaman arasındaki farklardan ve paradoksların çözümünden bahsedeceğim.

Biz lineer zamanı algılayabildiğimiz için dairesel zaman bize anlaşılmaz, paradoksal gelir. Örneğin, bir torun, anne ve anneanne düşünelim. Torun zamanda yolculuk yapıp anne doğmadan önceki bir zamana gidiyor ve anneannesini öldürüyor. Bu durumda lineer zaman akışına göre düşünürsek anneanne öldüğü için annenin ve dolayısıyla torunun da doğmaması gerekirdi. Bu nedenle de zamanda yolculuk yapıp anneannesini öldüren dolayısıyla annesinin doğumunu engelleyen torunun yok olması gerekirdi. Ama torun zamanda yolculuk yapıp anneannesini öldürdüğünde ne annesi ne de kendisi doğmamış (yok) olurlar. Bunun nedeni lineer zaman akışının neden-sonuç ilişkisine bağımlıyken dairesel zamanın neden-sonuç ilişkisinden bağımsız olmasıdır. Lineer zaman akışında hiçbir an hiçbir andan bağımsız değildir. Biri diğerinin neden ve sonucudur. Ama dairesel zaman akışında her an kendi başına ayakta durur. Bu yüzden anneannesini öldüren torun yok olmaz. Bunun yerine yeni bir paralel evren yaratır. Yeni oluşan evrende anneanne öldüğü için anne ve torun da meydana gelmez.

Lineer zaman akışında anların birlikte (neden-sonuç); dairesel zaman akışında ise tek başlarına ayakta durması geometriyle anlatılabilir. Lineer zaman akışının geometrik şekli sayı doğrusu, dairesel zaman akışının ise çemberdir. Bu çizgilerde bir “an” sayı doğrusu ya da çembere çizilen bir teğet doğrusu ile bulunur. Sayı doğrusuna teğet doğrusu çizilirse kesişimleri lineer zaman akışının kendisi olur. Çünkü teğet doğrusuyla sayı doğrusunun kendisi adeta üst üstedir, yani her an birbirine bağlıdır. Yani lineer zaman akışında herhangi bir anı diğerinden ayırmak imkânsızdır. Ama çembere teğet doğrusu çizilirse kesişim, çemberdeki sonsuz noktadan yalnızca biri olur. Bir çembere sonsuz sayıda teğet doğrusu çizilebilir ve dolayısıyla sonsuz sayıda nokta yani an elde edilebilir. Bu noktaların, yani anların her biri, diğerlerinden bağımsız bir şekilde var olur. Sayı doğrusunun (lineer zaman akışının) aksine çemberdeki (dairesel zamandaki) noktalar (anlar) birbirinden bağımsızdır.

Çemberdeki sonsuz noktaların her biri, herhangi bir zamanda olabilecek ihtimalleri temsil eder. Herhangi bir zamanda olabilecek anların sayısı sonsuzdur. Biz insanlar, dünyadaki yaşantımızda irademizin bize sağladığı seçim hakkıyla o sonsuz mümkün an havuzundan bir an’ı seçeriz ve onu yaşarız. Oysa dairesel zamanda diğer ihtimaller yok olmaz. Seçimlerimiz dairesel zamanda sonsuz paralel evren meydana getirir. Geometriye dönecek olursak, çembere çizilen bir teğet doğrusu çemberi bir noktada keser ve o noktanın merkez olduğu yeni bir çember çizilir ve yeni paralel evren oluşur. Bu yüzden Interstellar ya da Arrival gibi senaryosu dairesel zaman akışı üzerine yazılmış filmlerde paradoksal bir durum söz konusu değildir. Bu filmlerde karakterler, mutlak bir özgürlükle geçmiş ya da gelecek arasında yolculuk yaparak belli anlardaki yaşananları değiştirebilirler. Bu değişimler yalnızca bir paralel evrende etkili olur ve biz o paralel evreni izleriz.

İnsanlar, Tanrı’nın hem olacakları önceden bilmesi hem de insanların özgür iradeye sahip olmalarını paradoksal bulurlar. Çünkü eğer bir insan özgür iradeye sahipse ve önündeki seçeneklerden hangisini seçeceği belli değilse, nasıl olur da Tanrı, insanın henüz seçmemiş olduğu bir seçimi önceden bilebilir? Hem özgür iradeye sahip olmamız hem de Tanrı’nın olacakları önceden bilmesi yani kader dairesel zaman akışıyla açıklanabilir. Boethius Felsefenin Tesellisi adlı eserinde bu durumu söyle açıklar: “Bizim yanlışımız Tanrı’nın zamanla ilişkisini bizimki gibi sanmaktır. Tanrı olmuş, olmakta ve olacak olan her şeyin farkındadır.”

Yorumlar