Psikopat sözcüğünün etimolojik geçmişine bakıldığında sözcüğün, psych yani “zihin, ruh” ve pathos yani “dert, acı çekmek, hastalık”tan oluştuğu görülür. Hiçbir insan ne tam iyi ne de tam kötü olabilir. Ancak bazı insanlar, toplumun üzerinde oybirliğiyle kabul ettiği üzere kötüdür. Böyle insanlara toplum “psikopat” yakıştırmasını yapar. Her insanın bir karakteri (iç etkiler) ve içinde bulunduğu şartlar (dış etkiler) vardır. Bu iç etkiler ve dış etkiler sürekli savaş halindedir. Bizler, bir insana dışarıdan baktığımızda çoğu zaman bu savaşı değil de o savaşın galibini görürüz. Freud’un aktörlerini id – ego – süperego olarak nitelendirdiği bu savaş, her insan için bir sınav niteliğindedir. Çoğu insan toplum kurallarını izleyerek “normal” insan olmayı başarır. Fakat aramızda bazı şanssız olanlar ve bu çatışmadan dışarıya yalnızca “kötülük” yansıtanlar da vardır. Bu kötülük, bazen insanın topluma bazen de kendisine verdiği zarardır. Sinema bize bu tarz insanları yakından tanıma fırsatını verir. Bu yazıda, yukarıda bahsedilen kaybedenlerden beyazperdeye yansıyanlar incelenecektir.
1- Norman Bates – Psycho (1960)
İnsanların nasıl bir kişiliğe sahip olacaklarında, doğuştan gelen özelliklerin yanında yetiştikleri koşullar da etkilidir. Bu konuda özellikle anne-babanın rolü yadsınamaz. Hatırlanmamasına rağmen bebeklik dönemi, kişiliği oluşturan en önemli dönemdir. Anne ve baba, bebeğin dış dünyaya ilişkin gördüğü ilk unsurlar olduğundan, doğuştan gelen karakter özellikleriyle beraber kişiliğin temelini oluştururlar.
Filmde Freud’un Oedepus Kompleksi tanımlaması geniş yer tutar. Bu kompleksin konusu, erkek bebeğin annesine duyduğu cinsel hisler ve bunun sonucunda babasına karşı beslediği nefret ve korku duygularıdır. Bu durum daha sonra erkek çocuğun anneye karşı sevgi beslemesiyle, babaya karşı ise onu bir idol olarak görüp ona benzemeye çalışmasıyla iyileşerek düzelir. Filmin 1959 yılında yazılmış Psycho romanından uyarlanmış olması ve o yıllarda Frued’un bu konudaki düşüncelerinin geniş kitlelerce kabulü, filmde Frued’un Oedepus Kompleksi tanımlamasının geniş yer tutması düşüncesini destekleyici niteliktedir. Ayrıca İsveçli bir yazarın Norman Bates’in yaşadığı evin üç katını süperego (Norman’ın annesinin odasının bulunduğu en üst kat), ego (Norman’ın günlük yaşamını geçirdiği giriş katı) ve id (bodrum katı Norman’ın annesinin cesedini sakladığı kat) benzetmesi de Freud’un düşüncelerinin film üzerindeki etkisini kanıtlar.
Norman Bates’in babasını genç yaşta kaybetmesi ve annesinin baskın karakterde biri olması, anne-oğul arasındaki ilişkinin güçlü bir şekilde oluşmasına yol açar. Birbirlerinden başka kimselerinin olmadığı bu ilişkiye annesinin bir üvey baba getirmesi dengeleri bozar ve Norman cinnet geçirerek hem üvey babayı hem de annesini öldürür. Ancak Norman ile annesinin ilişkisi o kadar güçlüdür ki Norman annesinin ölümünü kabullenemez ve cesedini çalarak evlerinin bodrum katına saklar. Oğul, annesini evin, yani kafasının içinde yaşatmaya devam eder.
Norman’ın yaşadığı cinnet, birbirlerinden başka kimseleri olmayan bu iki kişiyi, tek vücutta yaşayan iki kişi haline getirerek birleştirmiştir.
Not: Norman Bates’i canlandıran aktör Anthony Perkins’in de annesiyle çok yakın olduğu bilinmektedir. Perkins, babası vefat ettiğinde 5 yaşındaydı.
2- Mark Lewis – Peeping Tom (1960)
Neden sinemaya gideriz? Her hafta sonu bir cinayeti bize merakla ve belki de istekle izleten motivasyon nedir? Herkesin bu sorulara verecek birden çok ve farklı cevapları olabilir. Zaten sinemanın da bir sürü işlevi vardır. Ancak aralarında öyle bir işlev vardır ki herkes varlığını kabul etmiştir: Röntgencilik. Başka hayatları, başkalarının mahremlerini izlemek ve bunda bir sorun olmaması kuşkusuz herkesin ilgisini çeker. Birçok film röntgencilik faaliyetini merkezine almıştır. Bu filmlerden en meşhur olanları Rear Window, Psycho, Das Leben der Anderen (“The Lives of Others”) olarak sayılabilir. Peeping Tom’da da psikopatın temel dürtüsü röntgencilik üzerinedir.
Mark Lewis, kadınları öldüren, öldürürken onları kameraya alan ve daha sonra bu kayıtları izleyen biridir. Film vizyona girdiği 1960 yılında büyük eleştiri yağmuruna tutulmuştur. Bu eleştiri yağmurunun asıl sebebi filmin rahatsız ediciliği olarak görülse de aslında bir sebebi de filmde yalnızca kadınların öldürülmesidir. Hâlbuki filmde yalnızca kadınların öldürülmesi eril toplum yapısına yapılmış bir eleştiri olarak da görülebilir. Çünkü sinemada neredeyse her zaman kamera erkeğin gözünden bakar. Yapımcılar filmlere seyirciyi çekmek için kadını bir cinsel obje olarak kullanır. Peeping Tom’da psikopatın yalnızca kadınları öldürmesi, psikopatın suçuna eril toplum yapısını da ortak eder. Çünkü bakan erkek, bakılan kadındır. Yönetmen Michaell Powell herkese bu toplu erkek yanlısı röntgencilik faaliyetinin bir sapkınlık olduğunu duyurmuştur. Bu bağlamda Peeping Tom’un feminist eleştirilere konu edilmesi isabetli değildir.
Filmdeki psikopata dönecek olursak, Mark Lewis’in hayatının neredeyse tamamını kameraya alma tutkusu çocukluğundan gelir. Zaten her psikopat çocukluğunda yaratılır, sonradan var olmaz. Bu filmde de çocukluğunda babasının vahşi deneylerine kurban olan Mark, büyüdüğünde o deneyleri yapan kişiye dönüşmüştür. Babası ünlü bir biyolog olan Mark, tüm çocukluğunu babasının onu korkutması ve Mark’ın korku hissiyle verdiği tepkileri kameraya almasıyla geçmiştir. Babası bu amacına ulaşmak için, Mark’ın henüz yeni ölmüş, kanlar içinde yatan annesiyle vedalaşmasını bile kameraya almıştır. Mark’ın bu ve bunun gibi birçok korku dolu anının kameraya alınması, Mark’ın büyüdüğünde korku hissini kameradan izlemek gibi bir takıntısı olmasına yol açmıştır.
Mark cinayetleri işlerken kullandığı kameraya sabitlediği bıçağı kurbanının boğazına batırır. Aynı zamanda kameranın üstünde bir ayna da bulunur. Bu şekilde ölen kişi kendisinin ölümünü izler. Bu sırada Mark da kurbanının yüz ifadelerini kayda almaktadır.
Mark’ın öldürdüğü kadınlar hayat kadını, model ve oyuncudur. Bu üç meslek de toplum tarafından aşağı görülür. Çünkü tam da bu meslekler bahsedilen eril bakışın objeleri niteliğindedir. Ancak Mark, toplum kurallarına uygun yaşayan ve güzel olduğu söylenemeyen Helen’i öldürmek istemez. Mark, toplumun röntgencilik yaparken kullandığı ve cinsel obje olarak görülen kadınları öldürerek toplumu da cinayetlerine ortak eder.
Filmin rahatsız ediciliği konusunda aldığı eleştiriler, filmde gerçekten yoğun rahatsız edicilik barındıran sahneler olduğu düşünülürse, mazur görülebilir. Ama yine de hiçbir sinema filminin salt rahatsız edici olması nedeniyle eleştirilmemesi gerekir. Çünkü sinemanın herkesin üzerinde anlaştığı işlevi olan röntgencilik sırtını rahatsız edici olmaya yaslamıştır. İnsanların mahremlerini izlemek, normalde görülmemesi gereken şeyleri görmek doğası gereği rahatsız edicidir. Aslında bir filmin başarısı, seyircinin filmi izlerken rahatsız olmasına rağmen filmi izlemek istemesiyle alakalıdır. Sinema, insanların kimseye zarar vermeden arınmalarını sağlayan bir araçtır. Bu arınmaya tiyatroda katarsis denir. Katarsis’in anlamı, seyircinin genellikle korku ve acıma duyguları yoluyla ulaştıkları ruhsal arınmadır. Sinemanın röntgencilik özelliğini en iyi kullanan yönetmenlerin başında gelen Alfred Hitchcock bu durumu şöyle özetlemiştir: “Bence herkes, kendisinin kurban olmadığı, güzel bir cinayetten keyif alır.”
3- Alex DeLarge – A Clockwork Orange (1971)
Toplumun temeli “Güvenlik özgürlükten daha önemlidir” ilkesi üzerine kuruludur. Çok basit bir şekilde ifade etmek gerekirse Devlet bazı özgürlükleri kısıtlayarak güvenliği sağlar. Bu kısıtlanan özgürlükler genellikle insanın iradesinin yol açtığı ve suç sayılan eylemlerdir. Yani toplumda insanların birbirlerinden beklentileri, özgürlüklerin birbirlerinin özgürlüklerine zarar vermeyecek ölçüde kullanılmasıdır. Herkes birbirinin özgürlüğüne zarar vermeyecek derecede özgürdür. Tanımlanan bu özgürlükten ötesi sizi “suçlu” yapar.
Suçlulukla toplumun kurallarına uygun yaşayan bireyin arasındaki çizgiyi, genellikle, irade-akıl çekişmesi çizer. Suçlular iradesine yenik düşen kişilerden oluşurken, toplumun kurallarına uygun yaşayan bireyler irade karşısında akıllarını (din, kanun, ahlak, etik vb.) üstün tutan kişilerdir. Bu nedenle toplumda düzgün bir şekilde yaşayan her birey üstüne basılmış bir balon gibidir. Çünkü insanların bir iradeleri bir de akılları vardır ve bu ikisi her zaman birbiriyle uyumlu çalışmaz. İnsanlarla dolu bir caddede yürürken kendinizi patlamaya hazır bombaların arasında yürüyor hissetmeniz anormal değildir. Ancak bir yandan da insanın doğasını sınırlandıran devlet, din, ahlak, kanunlar etik gibi mekanizmalar da bu hissi yok eder. Toplum içinde yaşayan istisnasız her bir insan Devlet’e tam da bu histen kurtulmak için muhtaçtır.
A Clockwork Orange da bu irade-akıl çekişmesinde iradesine yenilmiş bir genci, Alex DeLarge’ı takip ediyor. Filmi üç bölüme ayırmak gerekirse, ilk bölüm Alex ve çetesinin işlediği suçlar, ikinci bölüm Alex’in tutuklanması ve iyileştirilip tekrar topluma kazandırılması ve son olarak da üçüncü bölüm Alex’in topuma kazandırıldıktan sonra yaşadıkları olarak belirlenebilir.
Görüldüğü üzere filmde Alex’in iyileştirilip topluma geri kazandırılması söz konusu. Bu iyileştirme Ludovico Tekniği ile Alex’in iyi ve kötü arasında seçim yapma yetkinliğinin ortadan kaldırılmasıyla mümkün oluyor. Film aynı 1984 ve Cesur Yeni Dünya romanları gibi kötü gelecek öngörüsü (distopya) olduğundan fantastik bir şekilde iyi ve kötü arasından seçim yapma yetkinliğini kaldırmak kurgusal Ludovio Tekniği ile mümkün.
Alex’in seçme özgürlüğü elinden alındığında ve her koşulda kayıtsız şartsız iyiyi seçmeye zorlandığında bir rahip filmin en can alıcı cümlesini söyler. Hükümet yetkilileri bir anlamda kısırlaştırdıkları suç makinesinin suç işleyemeyen haliyle övünürken rahip, “İyilik seçilecek bir şeydir. Bir insan seçemezse artık insanlığını kaybetmiş demektir.” diyerek Alex’i “artık suç işlememeye programlanmış bir robot” olarak tanımlar ve bu yapılanın insanlık onuruna aykırı olduğunu savunur.
Filmin sonunda Alex’in suç işleyememesine rağmen içindeki kötülük yönelimlerinin hala iyileşmediğine şahit oluruz. A Clockwork Orange, kötülüğün dış etkilerle kalıcı ve sağlıklı bir şekilde iyileştirilmesinin mümkün olmadığı ve kötülüğün yalnızca onu seçen tarafından seçilmeyerek yok edilebileceği iddialarında bulunarak sona erer.
4- Jack Torrence – The Shining (1980)
Korku filmleri genellikle dışarıdan gelen tehlike ve zararlarla izleyiciyi korkutmayı amaçlar. Çünkü insanoğlunun mağaralarda yaşadığı dönemlerden süregelen geleneğe göre “içerisi güvenli, dışarısı tehlikeli”dir. Ancak The Shining bu durumu tersine çevirerek izleyiciyi korkutmayı amaçlar. Tehlike dışarıdan değil içeriden gelecektir. Filmi bu kadar korkunç, unutulmaz ve diğer filmlerden farklı kılan özelliği de budur.
Jack Torrence evli ve çocuk sahibi bir aile babasıdır. Jack, kış mevsiminde kullanılmayan Overlook Oteline bakma işini kabul etmiştir. Aynı zamanda boş otelde çok fazla boş zamanı olacağından, yazmakta olduğu kitabı da bitirebilecektir. Jack bu iş hakkında o kadar iyi hisseder ki müdürün geçen sene otel bakıcısının yalnızlıktan delirdiği ve karısıyla ikiz kızlarını öldürdüğü uyarısına bile aldırmaz.
Filmin başında, henüz Jack ailesiyle beraber otelde yalnız kalmadan önce, Jack’in normal davrandığını görürüz. Ancak yine de Jack’in kaşlarını kaldırarak ve gözlerini büyüterek konuşması, içindeki şeytan hakkında bize ipucu verir. Nitekim toplum içinde normal davranabilen Jack, toplumdan uzaklaşmasıyla beraber içinde gizlenmekte olan şeytanı gün yüzüne çıkarır ve delirerek karısıyla çocuğunu öldürmeye çalışır. Jack’in içindeki şeytanın, Jack toplumsal yaşamdan uzaklaşıp yalnızlaştığında ortaya çıkması, insanın içindeki şeytanın saklanması için en elverişli ortamın toplumsal yaşam olduğunu kanıtlar niteliktedir.
Genelde insanların kendilerini en güvende hissettikleri yerin ailelerin yanı olmasının filmde olanlarla yarattığı tezatlık izleyiciyi dehşete düşürücü niteliktedir. Çünkü tehlike, kiminin eş kiminin baba dediği kişiden gelmektedir ve insanı en kolay zor durumda bırakabilecek kişiler de güvendikleri (savunmasız oldukları) kişilerdir. Bu yolla The Shining izleyiciyi hiç beklemediği bir yerden vurur.
Tüm bunlara ek olarak filmde Amerika’nın Apollo 11 uzay aracıyla Ay’a gidişine ve Amerikalıların Kızılderililere yaptıkları soykırıma göndermeler olduğu iddia edilmektedir. Bu iddiaların büyük bir kısmı inandırıcılıktan uzak olsa da bir kısmının doğru olduğu iddia edilebilir. Bu konuda Room 237 adında bir belgesel çekilmiştir ve filmdeki semboller hakkında kapsamlı bir analiz içerir.
5- Annie Wilkes – Misery (1990)
Sevgi bencillik içermez ve bu yüzden de çok temiz bir duygu olarak görülür. Bir karşılık beklemeden duyulduğu sanılan duyguların başında kuşkusuz sevgi gelir. Ancak Annie Wilkes’in çok sevdiği yazar Paul Sheldon’a duyduğu sevgi bize bu durumun aksini kanıtlar niteliktedir.
İnsanlar genellikle kişileri değil kişilerin bazı özelliklerini severler. Ancak bu özellikler zamanla değişebilir ve seven kişi sevilenin dönüştüğü kişiyi sevmeyebilir. İlişkilerde edilen kavgalarda “Sen bu değilsin”, “Neye dönüştüğünün farkında mısın?”, “Bu yüzünü hiç bilmiyordum” tarzı cümleler kurulmasının nedeni de bu değişimlerdir. Sevdiğimiz kişilerde her zaman onları sevmemizi sağlayan özellikleri arar, eğer kaybolmuşsa geri getirmeye çalışırız. Bu açıdan aslında insan bir insanı bir bütün olarak değil belli bir dönemdeki halini sever. İnsan değişince sevilen insan da değişir ve sevgi büyük bir sınava tabi olur. Sabahattin Ali’nin bu konudaki bilgece sözü dikkat çekicidir: “Bir insanı melek diye sevmek budalalıktır. İnsanları, bütün pislikleri, hırsları ve zayıflıkları ile sevebilmek kahramanlıktır.”
Misery, bu tartışmaları, seven Annie’nin sevilen Paul’a değişen davranışlarıyla inceler. Annie, Paul’un yazdığı roman serisindeki bir karakteri çok sevmektedir ve bu yüzden onun yaratıcısı Paul’u da çok sevmektedir. Ancak Paul’un o karakteri son kitabında öldürmesi Annie’nin Paul’a olan sevgisini sarsar. Çünkü Paul, Annie’nin onu sevmesini sağlayan özelliğini artık kaybetmiştir.
Karşılıksız sevginin imkansızlığını tüm çıplaklığıyla gözler önüne seren bu yapım, Annie’nin sevdiği insanda kaybolan özelliğini geri getirmek için ne kadar radikal yollara başvurduğunu gösterir. Annie bir süre sonra Paul’u öldürüp onun yerine geçmeye çalışır. Böylece sevgiyi kendi benliğine yönlendirecek ve hiçbir zaman ihanete uğramayacaktır. Sevgiyi ihanet etmeyecek, durağan ve güvenilir bir şeye bağlama sinemada her zaman popüler bir konu olmuştur. Metin Erksan’ın Sevmek Zamanı adlı filminde de bir erkeğin sevgisini kadına değil de kadının resmine bağladığı görülür.
6- John Doe – Se7en (1995)
İnsanlar seçtikleri yolların kimi zaman doğru kimi zaman yanlış olduğunu düşünürler. Doğruyu seçen doğru olduğunu düşündüğü için, yanlışı seçen ise o anda iradesine yenik düştüğü için, o yolu seçmektedir. Ancak bazı insanlar iradelerine hâkim olmakta diğer insanlara göre üstünlerdir ve bu yüzden genellikle doğru yolu seçerler. Ancak bu durum onların toplumda yanlış yolu seçen kişilere karşı öfke duymalarına neden olabilir. “Eğer ben doğru yolu seçebiliyorsam onlar neden seçemiyorlar” gibi düşünceler, bu kişilerle toplum arasında derin ayrılıklar meydana getirebilir. İşte bu ayrılıklar hep doğruyu seçtiğini düşünen insanın topluma karşı kin ve nefret duygularıyla dolmasına ve uç hareketlerde bulunmasına yol açabilir.
Se7en filminde de peş peşe cinayetler işleyen John Doe, koyu bir Hristiyan’dır. İnandığı dine uygun sürdüğü yaşamı, kendisinin hep doğru olanı seçtiğine inanmasını sağlamış ve kendisinde yanlış yolu seçenlerden hesap sorma hakkı görmesine yol açmıştır. Bazı insanların Tanrı’nın yeryüzündeki sopası olma isteği tam da buradan kaynaklanır. Bu insanlar yeryüzünde yaşadıkları adaletsizliklerin hesabını, ahiret hayatını beklemeden, yeryüzünde sormak isterler. Aslında bu istek, bu tür insanların ahiret hayatına olan inançlarının sağlam olmadığını da göstermez mi?
Se7en filmindeki psikopat, tüm insanlığa, Hristiyanlık inancına göre 7 Ölümcül Günah olan Kibir, Açgözlülük, Şehvet, Kıskançlık, Oburluk, Öfke ve Tembellik günahlarını işleyenlerin sonlarının nasıl olacağını göstermek istemiştir. Katil bu günahları işleyen insanlardan sembolik olarak birini seçerek, onları birer birer öldürmeye başlar. İki dedektif de katili bulmaya çalışır. Film de daha çok bu polisiye gerilime yoğunlaşmıştır.
Psikopatın iç dünyasına dönecek olursak, Tanrı’nın sopası olma isteği bir açıdan yeryüzündeki adalet arayışı olarak adlandırılabilecekken bir açıdan da Tanrı’nın kölesi (kulu) olmak olarak adlandırılabilir. Kendisini bu amaç uğruna adamış birisi hiç kuşkusuz kendisine Tanrı tarafından verilen emirlere itaat ettiğini düşünecektir. Bir açıdan yalancı peygamberlik olarak düşünülebilecek bu varsanım, kendisini suçsuz hatta haklı gören birçok katilin ortaya çıkmasına yol açmıştır. Bu katiller Se7en’da gördüğümüz gibi münferit olabileceği gibi, bir aşireti temsilen ya da bir terör örgütünü temsilen de karşımıza çıkabilir. Kuşkusuz, en tehlikeli katiller, yanlış bir şey yapıyor olmalarına karşın kendilerini tamamen doğru bir şey yapıyor olarak hayal edenlerdir.
7- Patrick Bateman – American Psycho (2000)
“Bütün insan özelliklerine sahibim. Et, kan, ten, saç. Ancak belirlenmiş tek bir duyguya sahip değilim. Hırs ve iğrenme dışında. İçimde korkunç bir şeyler oluyor ama nedenini bilmiyorum. Geceleri ortaya çıkan kana susamışlığım gündüzlere taştı. Delirmenin eşiğine geldim. Sanırım beni aklı başında gösteren maskem düşmek üzere.”
American Psycho (Amerikan Sapığı) psikopatını filmin başlığında ele veren bir filmdir. Bu nedenle ani bir girişle film bize psikopatını tanıtır. Onun güne başlarken ne yaptığı, nasıl formda kaldığı, nasıl giyindiği, yemek için nerelere gittiği gibi birçok ipucu verilir. Dikkat edilirse tüm bu ipuçları psikopatın karakteri, istekleri yani içsel yaşamı hakkında değil dışarıdan nasıl göründüğü hakkındadır. Çünkü Patrick Bateman’ın hastalıklı kişiliğinin çıkış noktası gösteriştir. Bu gösteriş merakı filmde iş arkadaşlarının birbirlerine kişisel kartlarını gösterdikleri sahnede başarıyla tasvir edilmiştir. Patrick’in kendisininkinden daha güzel bir kart gördüğündeki kıskançlık ve hayranlık hâkimiyetindeki tepkisi, aslına birçok cinayet sahnesinden daha dehşete düşürücü niteliktedir. Çünkü aslında o cinayetlerin işlenme sebebi, Patrick’in duyduğu kıskançlık-hayranlık karışımı duygudur. Nitekim Patrick, kartını kıskandığı kişiyi acımasız bir şekilde öldürecektir.
Film, Amerikan borsasında çalışan erkeklere odaklanmıştır. Bu yoğunlaşma aynı zamanda iş hayatındaki erkek egemenliğine dayanan ortamı da yansıtır. Patrick’in kurbanlarının genellikle kadın olması da bu düşünceyi destekler. Ayrıca filmin yönetmeninin bir kadın olduğu da düşünülürse, bu bakış daha anlamlı bir yere oturtulabilir.
Patrick Bateman ve arkadaşlarının çalıştıkları filmde hiçbir zaman gösterilmez. Oysa hepsi yüksek mevkilerde, iyi para kazanan kişilerdir. Bu tezat hiç kuşkusuz kıdemin yükselmesiyle azalan iş yüküne ve en zor görünen işlerin aslında en kolay olduklarına dikkat çekmektedir.
Bateman ve arkadaşları kendi aralarında “aslında olduklarından daha üstün görünme” yarışına girmişlerdir. Bu yarışın kaynağı da insanın kendini olduğundan yüce gösterme isteğidir. Bir sahnede Bateman, rezervasyon yaptıramayacağını bildiği bir restoranı arar ve karşısında oturan kadına rezil olmamak düşüncesiyle, telefondaki kişinin boş masalarının olmadığını söylemesine aldırmadan, sanki rezervasyon yaptırmış gibi konuşur. Bateman aciz görünmekten o kadar korkar ki, aslında bu korku onu hiç düşünmediği kadar aciz kılar ve bu acizlik de ruhunun hastalanmasına ve nihayet filmde izlediğimiz psikopatın oluşmasına yol açar.
Hiç kuşkusuz bu durum aşağılık kompleksiyle doğrudan bağlantılıdır. Zaten çoğu psikopatlık vakasının arkasında yatan neden de insanın kendini diğer insanlardan aşağı görmesi ve bu nedenle onlara duyduğu nefrettir. İnsan kendisini aşağılık hissederek öylesine derin bir mutsuzluk kuyusuna düşer ki, etrafında mutlu insan görmek onun en büyük kâbusu olur. Aşağılık kompleksli, mutsuz psikopat cinayet işlediğinde aslında öldürdüğü bir insan değil etrafında görmeye dayanamadığı mutluluktur.
“Acım sürekli ve keskin. Hiç kimse için daha iyi bir dünya dilemiyorum. Hatta acımı başkalarına yüklemek istiyorum. Kimse kaçamasın istiyorum. Tüm bunları itiraf ettikten sonra bile kötülükten arınamıyorum. Cezalandırılmaya devam ediyorum. Kendimle ilgili daha derin bir bilgi edinemiyorum. Anlattıklarımdan elde edilecek yeni bir anlam yok. Bu itirafın anlamı yok.”
8- Trevor Reznik – The Machinist (2004)
Suçluluk duygusu, kişinin kendisini kendisine göre daha iyi bir insan yapması yolunda hissedebileceği en faydalı histir. Çünkü insanın kendi bildiği doğruları bile takip etmediği dönemlerde, onu bu uçsuz bucaksız yanlıştan döndürebilecek tek his suçluluk duygusudur. The Machinist, bir insanın suçluluk duygusunu hissetmede aşırıya kaçarak kendisini nereye kadar sürükleyebileceği hakkında çekilmiş en iyi filmlerden biridir. Çünkü herkesin bildiği gibi, her şeyin fazlası zarardır.
The Machinist, insanın kendisiyle ve geçmişiyle yüzleşmesinin ne kadar önemli olduğuna dikkat çekerken aynı zamanda bu yüzleşme gerçekleşmediğinde ortaya çıkacak ölümcül sonuçları da gözler önüne seriyor. Christian Bale’in başarıyla canlandırdığı Trevor Reznik aşırı kilo kaybına uğramış bir fabrika işçisidir. Kendisine sürekli “O kadar zayıfsın ki biraz daha zayıflasan var olmazdın” denir. Bu cümle Trevor Reznik’in yaşadığı suçluluk duygusunu çok güzel bir şekilde özetler. Çünkü Reznik, kendisini o kadar suçlu hissetmektedir ki, aslında, hiç uyumayarak ve sürekli kilo kaybına uğrayarak kendisini yok etmeye çalışmaktadır.
Trever Reznik’in kendi benliğini yok etmek yolunda seçtiği meslek de önemlidir. Bir fabrikada işçi olarak çalışan Trevor, düşünmeden hep aynı işleri yapabileceği bir mesleği seçmiştir. Charlie Chaplin’in Modern Times filminde başarıyla resmettiği işçilerin mekanik hayatları, The Machinist filminde de suçluluk duygusundan kurtulmak yolunda benliğin yok edilmesi için kullanılmıştır. Trevor bu nedenle, kendisine ve çevresine yabancılaşmaktadır.
Filmde anlatılan karakter ve o karakterin iç dünyası adeta Dostoyevski’nin Yeraltından Notlar’ındaki ya da Yusuf Atılgan’ın Anayurt Oteli’ndeki karakterleri hatırlatır. Bu açıdan filmin suçluluk duygusu olan ana konusuna yalnızlık, bunalım, topluma karşı yabancılaşma, bireyin kirli iç dünyası gibi konular eklenir. Tüm bunlar düşünüldüğünde The Machinist’i sıkı bir bireysel psikolojik çözümleme olarak görmek mümkün olur.
Bazıları Trever Reznik’in bir psikopat olmadığını ve ona bu yazıda yer verilmemesi gerektiğini düşünebilir. Belirtmek gerekir ki psikopat olan Trevor Reznik değil onun bilinçaltının yarattığı Ivan karakteridir. Bu iki kişiliği birbirinden ayrı düşünmek imkânsız olduğundan ve Ivan’ın aslında Reznik’in benliklerinden birinden ibaret olduğu düşünüldüğünde Trevor Reznik bu yazıya değer görülebilecektir.
Trevor Reznik: “Küçük bir suçluluk duygusu uzun bir yol alabilir.”
9- The Joker – The Dark Knight (2008)
Genellikle kötü karakterlerin, yaptıkları kötülükleri meşrulaştıran motivasyonları vardır. Bu motivasyonlar kötüyü tamamen kötü olmaktan alıkoymak ve izleyicinin onunla empati yapması için izleyiciye sunulur. Üstelik her insanın içinde iyilik ve kötülük beraber bulunurlar. İzleyiciler de içlerinde bulunan kötülüklerle, beyazperdede izledikleri kötülerin kötülükleri arasında bağ kurabilirler. Ancak hiç kimse içinde bulunduğu topluma herhangi bir nedene sahip olmadan kötü karakteri sevdiğini söyleyemez. Bu motivasyonlar, aynı zamanda, izleyicilerin kötüleri “gönül rahatlığıyla” sevebilmeleri için gerekli olan bahane görevini de üstlenirler.
Joker ise bu genel geçer “kötü” tanımına uymaz. Çünkü izleyiciye Joker’in kötü olmasıyla alakalı hiçbir motivasyon sunulmaz. Belki kendisine göre motivasyonları vardır (mutlaka vardır) ancak izleyici bunları bilmez. Hatta Joker bununla dalga geçmek için, yüzündeki yaraların nasıl oluştuğuna dair herkese farklı hikâyeler anlatır. Ancak buna rağmen ne ironiktir ki, Joker, en sevilen kötü karakterlerden birisidir. Bunda hiç kuşkusuz Joker’in Batman’in düşmanı olması ve Heath Ledger’in efsanevi oyunculuğu da pay sahibidir. Ancak insanların “nedensiz kötülük”e gösterdikleri ilgi de göz ardı edilemez.
The Dark Knight’ta Joker, iki feribota da bomba yükleyip bombanın patlaması için gerekli olan kumandaları ters feribotlara verir. Böylece her iki feribottaki insanlar da -kendileri patlatılmadan önce- diğer feribotu patlatma şansına sahip olurlar. Bu yolla Joker, insanların içindeki kötülüğü gözler önüne sererek hiç kimsenin masum olmadığını göstermek istemektedir. Joker insanların suçsuzmuş gibi davranmalarını Batman üzerinden şu sözlerle açıklar:
“Onlardan biriymiş gibi konuşma. Değilsin! Olmak istesen bile… Onlara göre sadece bir manyaksın, benim gibi! Şu an sana ihtiyaçları var, ama olmadığında, seni sanki cüzzamlıymışsın gibi dışlarlar! Onların ahlakları, kanunları, yalnızca kötü bir şaka… İlk sorun belirtisinde gider. Onlar sadece dünyanın onlara izin verdiği kadar iyiler. Sana göstereceğim. Zora düşüldüğünde, bu medeni insanlar, onlar birbirlerini yerler. Görüyorsun ben bir canavar değilim, sadece genelin önündeyim.”
Joker birçok kez “kaosun elçisi” olduğunu söyler. Çünkü insanların, eğer kurallar öyle söylüyorsa, aslında normal olan bir şeye nasıl anormal bir şeymiş gibi yaklaştıklarını; anormal olan bir şeye ise nasıl normal bir şeymiş gibi yaklaştıklarını söyler. Joker bu durumu şu sözlerle özetler:
“En iyi yaptığım şeyi yaptım. Planı aldım ve kendisine çevirdim. Biraz gaz ve biraz kurşunla şu koca şehre yaptığıma bir bak. Biliyor musun? Ne fark ettim biliyor musun? Her şey “plana göre” gittiğinde kimse paniklemiyor. Plan korkunç olsa bile! Eğer, yarın, basına bir suçlunun vurulacağını ya da asker dolu bir kamyonun patlayacağını söylersem kimse paniklemez, çünkü her şey “plana göre”dir. Ama sadece bir valinin öleceğini söylediğimde herkes aklını kaçırıyor! Biraz anarşiyle tanışın. Kurulu düzeni boz ve kaos hakim olsun. Ben kaosun elçisiyim. Kaos hakkında bir şey biliyor musun? Adildir.”
Filmin sonunda Joker iddia ettiklerinin bazılarında haklı çıkar bazılarında ise çıkmaz. Nolan bize ne tam kötülük ne de tam iyilik vermiştir. Zaten hayat da böyle değil midir? Filmin belki de bir başarısı güçlü realist anlatımıdır. Ancak hiç şüphesiz, filmin en büyük başarısı, sinema tarihine kattığı en önemli oyunculuk performanslarından biri olan Heath Ledger’in Joker’idir.
Yorumlar
Yorum Gönder