Silence,
Martin Scorsese’in uzun yıllardır çekmek istediği bir filmdi. Öyle ki,
defalarca ertelenmesine ve oyuncu kadrosunun değişmesine rağmen, Scorsese bu
filmden vazgeçmedi. Kuşkusuz, Silence’ı çekmekteki azmi, filmin Scorsese için
kişisel bir anlama sahip olduğunu gösteriyor. Filmin konusunun Hristiyanlık
olduğu da göz önünde bulundurulursa, Silence’ın, Scorsese’in belki de en
duygusal ve kişisel filmi olduğunu söylemek yanlış olmaz. O halde Silence
hakkında Scorsese’in kendi ağzından söylediği ve filmin konusunun “deneyimin
sesiyle olan savaşta inancın gereği” (“the necessity of belief fighting the
voice of experience”) olduğu alıntısı bize film hakkında önemli bir
bakış açısı kazandırır.
Scorsese
filminin inanç ile ilgili olduğunu söylüyor. Peki, inanç ile din aynı şey
midir? Dinler her şeyden önce kendilerine inanılmayı talep eder. Bu noktadan
sonra koydukları kurallar, inananları için bir gerçektir. Budizme inanan bir
insanın inancı ile Hristiyanlığa inanan bir insanın inancı arasında bir fark
var mıdır? Farklı kurallara, farklı Tanrılara inanan insanların inançlarının
özü aynı mıdır? Bu sorulara cevap verebilmek için inançlar arasındaki
benzerliklere ve farklılıklara bakmalıyız. Yalnızca tek Tanrılı dinler olarak
anılan İbrahimi dinler için değil, daha birçok doğa dini, gök dini, çok Tanrılı
dinler hatta tarot falları ve burçlar için de düşünmeli, insanın inanma
ihtiyacının farklı dinlerde ve inanışlarda nasıl vücut bulduğunu incelemeliyiz.
Ancak böyle bir bakışla, insan, inancın özünün aynı ve tek olduğunu görebilir.
Platon’un bakış açısıyla bakıldığında, idealar dünyasında bulunan İnanç,
görüngeler dünyası olan dünyamızda birçok farklı ve belki de kusurlu olan din
ve inanışlar olarak görünüm kazanmıştır. O zaman dünya üzerindeki tüm dinlerin,
tek Tanrılı, çok Tanrılı hatta hiç Tanrısız fark etmeksizin, tüm dinlerin ve
hatta tüm inanışların, ortak bir İnanç özüne bağlı olarak dünya üzerinde
görünüm kazandığı sonucuna varılabilir.
Neredeyse
herkesin bildiği ünlü bir hikâye vardır. Bu hikâyeye göre, altı kör adam bir
fili incelemektedir. Bir tanesi filin karnına çarpar ve “Bu hayvan duvar
gibidir” der. Bir diğeri filin dişini tutar ve “Bu hayvan kılıçtır” der. Bir
diğeri ise hortumuna dokunur ve onu yılana benzetir. Bir diğeri ise filin
bacağına dokunur ve filin ağaç olduğunu düşünür. Bir başkası filin kulağını
tutar ve karşısındakinin yelpaze olduğunu söyler. Sonuncu kör adam ise filin
kuyruğuna rastlar ve onun ipten ibaret olduğunu söyler. Bu hikâyeye göre kör
adamların söyledikleri ne tamamen doğrudur ne de tamamen yanlıştır.
Söyledikleri tek bir file dair birçok farklı ve kusurlu izlenimden ibarettir.
Bu hikâye, tek bir Hakikat’in dünyadaki insanların sınırlı ve aldatıcı bakış
açısıyla, birçok ve kusurlu fikirler olarak kendisini göstermesini özetler.
Filme
dönecek olursak, gerek filmin içeriğinin gerekse Silence’ın dünya prömiyerini
Vatikan’da yapmasının, onu, Scorsese’in dediğinin aksine inanca dair bir film
olmaktan çıkarıp dine, sadece Hristiyanlığa dair bir film olarak karşımıza
çıkarıyor. Silence’ın bize sundukları, ne yazık ki, misyoner faaliyetlerde
bulunan rahiplerin bu süreçte çektikleri acılarla ve yaşadıkları inanç
krizleriyle sınırlı. Bu yüzden film, sanatsal ve iyi çekilmiş bir Hristiyanlık
propagandası olmaktan öteye gidemiyor. 21. yüzyılda, bu tür propagandaların
hiçbir işe yaramadığı ve tamamen belli bir kesimin tatminine yönelik olduğu
artık bilinen bir gerçek. Zaten filmin prömiyerinin Vatikan’da yapılması,
Silence’ın ne kadar siyasi ve inanç olgusundan uzak olduğunu tek başına
göstermeye yeterli. Scorsese bu filmi asıl çekmek istediği zamanlarda
çekebilse, amacına daha çok ulaşmış olabilirdi ancak 2000li yılların getirdiği
bilgi ve hız ile bu tür propagandaların ne başka dine mensup insanları ne de
küçük yaşta Hristiyan çocukları, en azından uzun vadede, etkilemeyeceği aşikâr.
Hatta belirtmek gerekir ki, filmde gösterilen acılar ve zorluklar, birçok
insanı dinden uzaklaştırabilecek bir niteliğe sahip. Silence’ta sevginin
kendisini sadece acılara ve günahlara dayanmakta göstermesi oldukça yıpratıcı
ve kuşkusuz sadece belli bir kesim için, Reform hareketlerinden sonra Batı’da
önemini kaybetmiş bir toplumsal sınıf için bir önem teşkil ediyor: Ruhban
sınıfı. Zaten Scorsese, filmde yalnızca bir kez, çok kısa ve kendisini belli
etmeyen bir sahnede görünüyor. Bu sahnede de Scorsese, geleneksel bir misyoner
kıyafeti giyiyor.
Filmdeki
bir başka sorun da insan kibrinin kutsanması olarak karşımıza çıkıyor.
Başroldeki Peder Rodrigues’in kendisini sürekli Hz. İsa ile karşılaştırması,
hatta bazı sahnelerde Rodrigues’in benliğinin Hz. İsa ile birleşmesi, bir
insanın, Peder Rodrigues’in, hayatını diğer birçok Japon’dan daha değerli
kılıyor ve birçok Japon bu kibir uğruna hayatını kaybediyor. 17. yüzyılda geçen
Silence’ta, Rönesans dönemindeki hümanizm anlayışının resmedildiğini görüyoruz.
Rönesans’taki hümanizm anlayışı bugünkü anlamından oldukça uzaktır. Rönesans
dönemindeki hümanizmde beyaz erkekler, Tanrı vergisi akıllarını kullanarak
mükemmele ulaşabileceklerine inanırlar. Yani insan (sarı ırk, siyah ırk ve
kadınlar dışında) tek başına kusursuzdur ve Tanrı’nın hakikatine ulaşabilir.
Hatta Michelangelo’nun bir eserini bitirdikten sonra karşısına geçip “Konuş
benimle” dediği rivayet edilir. Zaten Michelangelo’nun, Vatikan’da bulunan ve
Papa’nın resmi ikametgâhı olan Sistine Şapeli’nin tavanına resmettiği “Âdem’in
Yaradılışı” freskinde Tanrı ve insanın ellerini birleştirdiği sahnede Tanrı’nın
arkasında, bilinç, şuur, aklı simgeleyen beyin silueti bulunur. Bu çok doğru ve
güzel bir tasvirdir ama bundan dolayı insan kendisini Tanrı yerine koyduğunda
aşırı ısınmaktan patlayan bir makine misali, akli dengesini kaybedip benliğini
yitirebilir. Hiç kuşkusuz, bir başka ülkeyi askeri olarak işgal etmenin bir
başka görünümü olan misyonerlik faaliyetleri de böyle bir kibrin sonucudur.
Dünya üzerindeki tüm dinler yereldir, hatta günümüzde inanışların kişiselleştiği bile söylenebilir. Her toplumun kendi Peygamberleri ve liderleri vardır, bu durum dinlerin yerel olmalarını sağlar. Günümüzde artık toplumlarda ruhani liderlerin varlıkları silikleşmiştir ve bu durum da inanışların kişiselleşmesine neden olmuştur. Bir insanın bir başka insanın inancına karışması ve kendi inancını tüm dünyada hâkim kılmak istemesi bencilce ve kibirli bir tavırdır. Bu tavır öyle bir tavırdır ki, kör adamlardan birinin, filin kılıç olarak düşündüğü dişini tuttuğundan, bir diğer adama, ağaç olduğunu düşündüğü filin bacağını tutan adama, zorla, onun bir ağaç değil kılıç olduğunu düşündürmek istemesinden farksızdır. Oysa her adam Hakikat’in bir başka tarafına tanık olmaktadır. Farklılıkları gidermeye çalışmak bizi Hakikat’e yaklaştırmaz, ondan uzaklaştırır. O’na yaklaşmanın yolu farklılıklarımızı gözetmektir. Çünkü Bab’Aziz filminde söylendiği gibi: “Allah’a ulaşmak için yaratılmışlar adedince yol vardır.”
Yorumlar
Yorum Gönder