Andrey Tarkovski’nin 1971 yılında çektiği, gösterime 1972 yılında giren filmi Solyaris, Polonyalı yazar Stanislaw Lem’in aynı adlı romanından uyarlanan bir film. Solyaris, genel itibariyle, Solaris adlı bir gezegenin yörüngesinde bulunan uzay istasyonunda yaşananları, bu istasyonda yaşayan kişilerin ruhsal durumlarını ve bu ruhsal durumların o karakterlere düşündürdüğü (sordurduğu) felsefi soruları konu alıyor. Tarkovski izleyiciyi, bu filmden önce çektiği diğer iki filminde (Ivanovo detstvo, 1962 ve Andrey Rublev, 1966) olduğu gibi yine durgun sahnelerle ve çekimlerini yavaş ve detaycı tutarak makineden çok insan gözünü andıran kamerasıyla, anlatmakta olduğu felsefi sorular üzerinde düşündürmek ve izleyiciye hissettirmek istediği hisleri hissettirmek amacıyla hareket ediyor.
Solyaris’in, 1969 yapımı Stanley Kubrick filmi 2001: A Space Odyssey ile sıklıkla karşılaştırıldığı görülür. Bu karşılaştırmanın temeli Amerika Birleşik Devletleri ile Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği arasındaki soğuk savaş ve bu yıllarda iki ülkenin de uzaydaki arayışlarını hızlandırması ve birbirleriyle yarışa girmeleridir. İki film birçok açıdan birbirine benzer ancak bu karşılaştırmada önemli olan ayrıldıkları noktalardır. Çünkü anlattıkları konu aynı olsa da konuyu anlatış şekillerindeki farklılık, iki uygarlığın arasındaki farkı ortaya koyar niteliktedir. Doğu ve Batı medeniyetleri arasındaki bitmek bilmeyen karşılaştırma ve üstünlük mücadelesi, kökünü bu iki farklı dünya görüşünden alır. Amerika, Batı medeniyetinin temsilcisi olarak, bilgiyi yüceltir ve Rönesans dönemindeki hümanizm düşüncesini temel alarak, insanın tek başına ve bu hayatta mükemmele ulaşabileceğine inanır. Bu inanç gereği bilimsel çalışmalar yapılmalı ve insan ırkı hedeflediği bir üst noktaya çıkarılmalıdır. Çünkü bu gelişme merdiveninin sonunda mükemmellik onu beklemektedir. Doğu uygarlığını temsil eden Sovyet Rusya’da ise durum farklıdır. Solyaris, bu farklılığı ortaya koyarak, hâlihazırda bir tez (2001: A Space Odyssey) üretmiş olan Amerika’nın karşısına bir antitez (Solyaris) çıkarır.
Andrey Tarkovski, 2001’i izlediğinde filmi beğenmez ve bu hoşnutsuzluğunu filmin “steril” olmasına bağlar. Steril kelimesi, iki uygarlık arasındaki farkı ortaya koymak için çok önemlidir. Çünkü steril kelimesi, arınmayı, yani bir noktada mükemmelliği sembolize eder. Yani Tarkovski, Kubrick’in 2001’ini “mükemmel” bulmuştur. Onu mükemmel olduğu için (ya da olmaya çalıştığı için) beğenmemiştir. Çünkü Tarkovski’ye göre insanın olduğu yerde mükemmellik olamaz. Bir filmin mükemmel olması ondan en önemli unsuru, insan unsurunu, çeker alır. O zaman filmde insanlık olmaz ve filmin bir makineden farkı kalmaz. Oysa Tarkovski’nin Solyaris’i mükemmel değildir, 2001’e göre birçok kusuru, birçok eksiği vardır. Örneğin başkarakter Kris’in uzay yolculuğu 2001’deki uzay çekimlerine nazaran oldukça amatördür. Kris birkaç saniyede Solyaris gezegeninin yörüngesinde bulunan uzay istasyonuna gelir. Çünkü Tarkovski uzay yolculuğuyla ya da gösterişli, epik çekimlerle ilgilenmez. Onun ilgilendiği kusurlu da olsa insandır.
Filmin ana karakteri Kris, bilimi her şeyden üstte tutan ve Solaris bilimi için sabahlara kadar çalışan bir bilim adamıdır. Solaris gezegeninde çıkan sorunlar ve yörüngesindeki uzay istasyonuyla iletişimin kesilmesi, bir psikolog olan Kris’in uzay istasyonuna gönderilerek durumu araştırmasına karar verilmesine neden olmuştur. Kris’in bilim ve ahlak konuları üzerindeki düşünceleri, eskiden Solaris’e giden pilotla diyaloğunda açığa çıkar. Kris, anlayamadığı Solaris gezegenini bombalamak ya da uzay istasyonunu yörüngeden çıkarmak ister. Ancak pilot “Hayır ben koşulsuz bilgiyi savunmuyorum. Bilgi ancak bir ahlak kurumuna dayandıkça geçerlidir.” der ve Kris’in bir bilim adamı değil muhasebeci olduğunu söyler.
Kris, Solaris’e gitmeden önce Batı uygarlığının bir temsilcisidir, koşulsuz bilgiyi savunur ve kararları akla ve mantığa dayanır. Ancak Solaris Kris’i değiştirecektir. Gezegen bu değişimi, Kris’i geçmişiyle yüzleştirmekle sağlar. Solaris tamamen okyanusla kaplıdır ve bu Okyanus düşünebilen bir varlıktır. Kendisini anlamaya gelen insanlara “ziyaretçiler” göndererek onları anlamaya çalışır. Bu ziyaretçiler, gönderdiği insanların geçmişinden, vicdanından parçalardır. Belki de Okyanus, insanı anlamanın en iyi yolunun onun kalbinden, vicdanından geçtiğini anlamıştır. Kris’e de ilgisizliği yüzünden intihar etmiş karısının bir reprodüksiyonunu gönderir. Kris pişmanlıklarıyla yüzleşebilecek, belki onları düzeltebilecek ve vicdanını rahatlatabilecektir. Kris’in duygu dünyasındaki bu değişim onu derinden etkiler ve Kris sevgi hakkında düşünmeye başlar. Eskiden bilimi sevginin üzerine koyan ve bu uğurda karısını kaybetmiş olan Kris, karısının reprodüksiyonuna “Sen benim için tüm bilimsel gerçeklerden daha değerlisin” diyerek sevginin önemini kavramaya başladığının sinyallerini verir. Geçmişte sevdiklerine yeterli ilgiyi göstermeyen, onların üzerine birçok başka ve insana ait olmayan şeyler koyan insan, sevdiklerini kaybettikten sonra onları tekrar bulduğunda artık neyin gerçekten önemli olduğunun, neyin gerçekten ilgiye değer olduğunun farkına varmıştır. Belki de Solaris gezegeninin insan idrakinin ötesinde olan gizemi bu kavrayıştır. Kurtuluş ilerleme ve yenilikte değil, eve, yani öze dönüştedir. Ancak insan evin, yani özün değerini, ne yazık ki, ancak onu kaybettikten ve tekrar bulduktan sonra anlar. Solaris’in izleyiciyi çıkardığı yolculuk, 2001’in aksine, dışarıya doğru değil içeriye doğrudur. Kris şu sözlerle değişiminin tamamlandığını gösterir: “Seni seviyorum. Ancak sevgi deneyimleyebileceğimiz ama asla açıklayamayacağımız bir his. Sadece sevgi düşüncesi açıklanabilir. İnsan sadece kaybedebileceklerini sever: Kendisini, bir kadını, ülkesini… Bugüne kadar sevgi insan ırkı için ulaşılamazdı. Belki de burada (Solaris’te) olmamızın nedeni, insanın kendisini sevginin nedeni olarak deneyimlememiz içindir.” Tarkovski, filmde bir sahnede vatandaşı Lev Tolstoy’un insanlığı sevmek için çektiği acılardan bahsederek, gerçek bilgeliğin tüm kusurlarına ve yanlışlarına rağmen insanlığı ve insanları sevmek olduğunu vurgular.
Tarkovski, Solyaris filmiyle bilgiyi aşağılar ve hissetmeyi yüceltir. İnsanın hakikate olan yolculuğunun bilgiden geçmediğini, aksine bu yolculuğun bilgi tarafından sekteye uğratıldığını, insanın tek yapması gerekenin hissetmek olduğunu söyler. Filmde bu konu “İnsanın Hakikat’e olan yolculuğu Bilgi tarafından engellenir” ve “Soru sormak bilme arzusundan kaynaklanır. Ancak en basit insani hakikatleri korumak için gizeme ihtiyaç vardır. Mutluluğun, ölümün, aşkın gizemlerine…” cümleleriyle anlatılır. Ayrıca uzay istasyonunun kütüphanesinde bulunan heykeller, romanlar ve tablolar oldukça ilginçtir. Dikkatli bakılırsa kütüphane raflarından birinde bir Sokrates büstü olduğu göze çarpar. Sokrates büstünün arka planda olduğu bir anda istasyondaki bilim adamlarından biri olan Dr. Snaut şu sözleri söyler: “Bilim mi? Saçmalık. İçinde bulunduğumuz durumda sıradanlık ve deha aynı derecede gereksiz. Şunu söylemeliyim ki evreni fethetmekle ilgilenmiyoruz, Dünya’yı evrenin sınırlarına kadar genişletmek istiyoruz. Diğer dünyalarla ne yapacağımızı bilmiyoruz. Diğer dünyalara ihtiyacımız yok. Bir aynaya ihtiyacımız var. “Bağlantı” için uğraşıyoruz ama ona hiçbir zaman kavuşamayacağız. Korktuğu ve ihtiyaç duymadığı bir amaç uğruna çaba sarf eden o “ahmakça insanlık durumu”ndayız. İnsanın insana ihtiyacı var.” Bu sözler, bilginin önemsenmediği diğer sözlerle beraber düşünüldüğünde ve Sokrates’in büstünün olduğu bir ortamda söylendiği düşünüldüğünde, Sokrates’in belki de en ünlü deyişlerinden birini akıllara getirir: “en oida oti ouden oida” (“tek bildiğim hiçbir şey bilmediğim”). İnsanın bilgisi arttıkça soruları da artar ve bu onun için daha fazla bilinmezlik demektir. İnsan bilgiye olan yolculuğunda ilerledikçe bilgisizlikten başka bir şey bulmaz. Bu yol ona adeta “geri dön” diyen bir ses gibidir. Ancak insanın merakı, onun bu yoldan dönmesini engeller ve insan ilerledikçe ilerler, ilerledikçe kaybolur. Koşulsuz bilgi insana hissetmeyi unutturur. İlgisi asıl önemli şeylerden önemsizlere kayar ve dipsiz bir kuyudan, dibinde mükemmelliğin olduğunu umarak, inmeye devam eder. Tarkovski, insanlığın bu kısır döngüden, ya da dipsiz kuyudan çıkışını sevgide arar ve filmlerinde göründüğü kadarıyla da, bulur.
Kris, bilgiden sevgiye olan yolculuğundan, yani ileriden geriye, dışarıdan içeriye olan yolculuğundan dolayı bir vizyon kazanmıştır. Bu vizyon onun yolculuğa başladığı yere, eve dönüşünde bir tatminsizlik ya da bir pişmanlık oluşturur. Platon’un mağara alegorisinde anlattığı gibi, mağaranın içindekiler, dışarıyı görüp gelenlerin tamamen deli olduklarını düşünürler. Ancak içerideki biri dışarıya çıkıp dışarıdakileri gördüğünde ve bunun vizyonuyla tekrar mağaraya döndüğünde, bir zamanlar dalga geçtiği kişinin durumuna gelir. Artık o kişi mağaraya ilgisini kaybetmiştir çünkü mağaranın dışındakileri bilmektedir. Mağaranın içindeyken ve mağara için çok önemli olan unsurlar, bir anda, tüm önemlerini yitirmişlerdir. Filmde bu durum, Kris’in ağzından, şöyle anlatılır: “Her neyse, görevim bitti. Şimdi sırada ne var? Dünya’ya dönmek mi? Her şey yavaş yavaş normale dönecek. Yeni ilgi alanları, yeni arkadaşlar bulacağım. Ama kendimi onlara tam olarak veremem.”
Solyaris filmi, burada açıklamayacağım sürpriz finaline yaklaşırken, Kris’in evine döndüğünü gösterir. Ancak Kris evine dışarıdan, pencereden bakarken, evine tavandan su sızmaktadır. Kris, sevgiyi ve insanın özünü öğrenmesinden sonra pişmanlıkla ve babasına karşı mahcubiyetle eve dönmüştür. Babası dışarı çıkar ve oğlunu affedici bir tavırla karşılar. Oğul, babanın önünde diz çöker ve ona sarılır. Bu sahnenin bir benzeri, Hollandalı ressam Rembrandt’ın “The Return of the Prodigal Son” adlı yağlı boya eserinde görülür. Bu resim, İncil’den bir sahneyi canlandırmaktadır (Luke, chapter 15, verses 11-32). Bu sahnede, suçlu oğul suçlarından pişmanlık duyarak evine döner ve babası tarafından affedilir. Tarkovski, filminin son sahnesiyle, Batı uygarlığının sürekli ilerlemeci ve mükemmeliyetçi anlayışına sorar: “Ya eylemimiz ileriye doğru değilse, geri dönmeyi göze alıyor muyuz?”
Yorumlar
Yorum Gönder